18 Aralık 2013 Çarşamba

KAVRAMLARIN MANASININ ÇOĞUNU DEĞİŞTİRİP BİLGİ KİRLİLİĞİ YAPTIKLARI GİBİ... CİHAD'IN MANASINI DEĞİŞTİRİP İÇİNİ BOŞALTTIKLARI GİBİ... DEVLET(OTARİTE) KAVRAMININDA İÇİ BOŞALTILMAKTADIR... DİKKAT EDİN EY MÜSLÜMANLAR....

KAVRAMLARIN MANASININ ÇOĞUNU DEĞİŞTİRİP BİLGİ KİRLİLİĞİ YAPTIKLARI GİBİ...
CİHAD'IN MANASINI DEĞİŞTİRİP İÇİNİ BOŞALTTIKLARI GİBİ...
DEVLET(OTARİTE) KAVRAMININDA İÇİ BOŞALTILMAKTADIR...
DİKKAT EDİN EY MÜSLÜMANLAR....
 Yüz Metrekarenin İçinde Kurulan İslam Devleti
nurettinyildiz nurettinyildiz·1.155 video
632 görüntüleme
Bu video için oylama devre dışı bırakıldı.Beğen Bu video için oylama devre dışı bırakıldı. Hakkında Paylaş Ekle İstatistikler Bildir
Yayınlanma tarihi: 12 Ara 2013
Tüm Yorumlar
Bu video için yorumlar devre dışı bırakıldı.
DİĞER VİDEOLARDA YORUMLAR SELBEST DE NEDEN BU DEVLETLE ALAKALI VİDEOLARDA DEVRE DIŞI BIRAKILIYOR ???
 BAK KARDEŞLERİM BU BATIL GÜÇLER ÖYLE SİNSİ Kİ BUNLARIN HOCASI ŞEYTANDIR.
ADEM (AS)IDA KANDIRMIŞTIR.ONUN İÇİN BUNUN TALEBELERİ BU GÜNÜMÜZDEKİ MÜSLÜMAN KARDEŞLERİMİZİ DE KANDIRARAK KİŞİNİN ZAYIF OLDUĞU KONULARDA O KİŞİYİ O ZAYIF OLDUĞU KAVRAMIN İÇİNİ BOŞALTTIRIYORLAR.(Hain olanlar hariç)
DİNLE ŞİMDİ,BU DİNİ BİZE ULAŞTIRAN SAHABE BU DİNİ BİZDEN DAHA İYİ KAVRADIKLARI MUHAKKAK ÇÜNKÜ DAHA HAYATTA İKEN CENNETLE MÜŞDELENMİŞLERDİR.
PEKİYİ BU SAHABELER PAZARTESİ ÖLEN PEYGAMBERİMİZİ NEDEN ÇARŞAMBA GÜNÜ TOPRAĞA DEFNEDİYOR.HALBUKİ BİR CENAZENİN EN KISA ZAMANDA TOPRAĞA DEFNEDİLMESİ GEREKTİĞİNİ BİLDİKLERİ HALDE.
NEDENMİ???
ÇÜNKÜ ONLAR İYİ BİLİYORLARDIKİ DEVLETİN YÖNETİMİ PEYGAMBERİN CENAZESİNDEN BİLE ÖNEMLİDİR.

http://www.youtube.com/watch?v=iFf2JkirdUA&feature=share&list=PLSYh0MO0XJE7qogO-9uPerLJyOrzV65Vl

İslam devleti şart mı Bir müslümanı ne kadar ilgilendirir

http://youtu.be/x66WSFKzunU

İslam devleti sokaklarda değil önce evlerde kurulur

http://youtu.be/oWXRR-EDrGM

245) Hilafeti, Dini Açıdan Nereye Oturtmalıyız? - Nureddin YILDIZ - www.fetvameclisi.c

http://youtu.be/u0lkufDWGXo

Demokrasi islami Olur Mu? Fetva Meclisi Nureddin Yildiz


İSLAM ŞERİATINDAN HARİÇ BÜTÜN BEŞER SİSTEMLERİNİ RED ETMEKLE EMROLUNDUK.
İSLAM DÜŞMANLARI,BU GİBİ ALİMLERİ KULLANARAK VAKIFLAR ARACILIĞI İLE EMELLERİNE ULAŞIYORLAR.
VE,VEYA,YAHUT GİBİ SÖZLERLE KÜÇÜCÜK TAVİZ VERİYORLAR AMA BÜYÜK YARALARA NEDEN OLUYORLAR ONUN FARKINA VARAMIYORLAR.

DEMOKRASİ KÜFÜR NİZAMIDIR ONU ALMAK, TATBİK ETMEK VE ONA DAVET ETMEK HARAMDIR

http://www.hicretonline.com/Makaleler/Demokrasi%20Kufur%20Nizamidir.htm
UNUTMAYIN SİSTEMLER BİR BÜTÜN HALİNDE SİSTEMDİR.
SİTELERDEKİ YANİ YUOTUBİDEKİ KONUŞMALARDA ZEHİR VAR İSE ONLARA YORUM DA YAPILAMIYOR.DİKKAT..!!!

http://youtu.be/tvMqe8jZmrw

25 Ekim 2013 Cuma

Bediüzzaman Said Nursi ve Dinler Arası Diyalog

KÖPRÜ - Üç Aylık Fikir Dergisi

114) Dinlerarası Diyaloğa Nasıl Bakıyorsunuz? - Nureddin Yıldız - Sosyal Doku

http://youtu.be/u_ZvVTNKgT4
1804193 . Ziyaretçi

Okunma Sayısı: 5540
KÖPRÜ Dergisini web üzerindenwww.kitapyurdu.comadresinden satın alabilirsiniz.
Kampanyamızdan yararlanarak dergimizin eski sayılarına uygun fiyata sahip olabilirsiniztıklayın.

 KÖPRÜ / Bahar 2010 
 Çağımızın Sorunlarına Çözüm Arayışları ve Said Nursi Modeli
 KÖPRÜ / Yaz 2006 
 Ahlak

Copyright © 2006
KÖPRÜ Dergisi
Her Hakkı Saklıdır

Bediüzzaman Said Nursi ve Dinler Arası Diyalog
Bediuzzaman Said Nursi and the Interreligious Dialogue
Hüdaverdi Adam
Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim
Din, akıl sahiplerini kendi hür iradesiyle akıllarına kapı açıp, iradelerini ellerinden almadan en iyiye, en doğruya ve en güzele ulaştıran ilahi bir kanunlar mecmuasıdır. Dinin kurucusu muhatapları ise akıl sahibi bütün insanlardır. Dinin gayesi, insanları dünya ve ahirette mutlu kılmaktır.
Dinler genel olarak üç kısma ayrılır.
1. Hak Din, İlahi Din veya Semavi Din: Bir peygamberin, Allah'tan vahiy yoluyla aldığı ve insanlara tebliğ ettiği hükümler ve düsturlar demektir.
2. Aslı Bozulmuş Dinler: Aslı bakımından birer gerçek din iken, sonradan bozulmuş dinlerdir. Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi. Bu dinlerde ilah inancından da, tevhid akidesinden de uzaklaşma görülür.
3. Batıl Dinler: Bunlar asılları bakımından tevhid inancı ile ilgisi bulanmayan dinlerdir. Bunların kaynağı vahiy değil, insandır. Hinduizm, Budizm, Mecusilik gibi.
Hak dinlerin farklı hükümleri olmakla birlikte, ittifak ettiği noktaları da vardır. Bütün semavi dinlerin birer tebliğcisi, hak peygamberi vardır. Allah'ın birliğine, eşi ve benzeri olmadığına, ahirete, öldükten sonra dirilmeye, meleklere iman, insanlar arasında eşitlik, kardeşlik, doğruluk, adaleti tesis etmek ve insanlığı mutluluğa ulaştırmak gibi özellikler ancak ve ancak hak dinlerin ortak özelliklerindendir.
Hz. Muhammed (s.a.v.) son peygamber olduğu gibi, getirdiği İslamiyet de son dindir. Âdem (a.s.)'la başlayan ve Allah'ın birliği esasına dayanan tevhid dini, gelişe gelişe İslamiyet'le olgunlaşarak tamamlanmıştır. Artık bundan sonra yeni bir din gelmeyecektir.
Hak dinlerde maslahat gereği, toplumun varlığını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerler vardır. Aklın, dinin, nefsin, neslin, malın korunması zaruridir. Bunlar yitirildiği takdirde hayatın düzeni yok olur, anarşi kol gezer, bozgunculuk ve kötülükler her tarafa yayılır. Muhabbet, bereket, itimat yok olur. Ahiretteki ebedi saadet yitirilmiş olur. Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de "Kim İslamiyet'ten başka bir din ararsa bilsin ki, kendisinden asla kabul edilmez." buyurur.1
İslam evrensel bir dindir. İslam son din olduğu gibi aynı zamanda tüm insanlığın da dinidir. Allah Kur'an-ı Kerim'de: "Ey Muhammed de ki: Ey İnsanlar! Doğrusu ben, Allah'ın hepiniz için gönderdiği Peygamberiyim."2 ve "Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir."3 buyurur.
Yahudi ve Hıristiyanların kitap ehli olduklarını açıklayan Kur'an-ı Kerim, bu iki dinin orijinal hallerindeki yapıları itibariyle hak din İslam olduğunu vurgulamıştır. İman bir bütündür. Bölünmeyi kabul etmez. Kur'an ifadesiyle: "Mü'minlerin her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. 'Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmazlar."4
İslam diğer dinlere ve diğer din mensuplarına böyle bakar ve yaklaşırken onların İslam'a bakışları, hatta genel anlamda diğer din ve inanç mensuplarına bakışları nasıldır?
Yahudiliğe Göre Yahudi Olmayanlar
Yahudi olmayanlar, dinî inançlarına göre "Nuhîler" ve "Putperestler" olarak iki kısımda mütâlâa edilir. Nuhîler, Nuh'un tevhid esasına dayalı yedi temel kanununu benimseyen ve uygulayan kimselerdir. Bunların dışında kalanlar ise putperesttir.
Söz konusu Nuhîliğin temeli Tevrat'a dayanır. Tekvin'in tefsiri olan Bereşit Rabah'da bunların hepsi detaylı olarak verilmektedir.5 Bu kanunlar, şunlardır:
1. Putperestlikten kaçınmak,
2. Küfürden kaçınmak,
3. Zinadan, özellikle akrabalar arası zinadan kaçınmak,
4. Adaleti sağlayacak adalet kurumlarını oluşturmak; bütün münasebetlerde adil ve dürüst olmak,
5. Kan dökmemek,
6. Hırsızlık yapmamak,
7. Canlı hayvandan et koparıp yememek.
Maimonides'in6 (MS1135-1204) belirttiğine göre bu yedi kanunun altısı daha önce Adem'e verilmiş, canlı hayvandan et koparıp yememe kanunu, Nuh'un dinine ilave edilmiştir.7 Maimonides, Tekvin'in 9. bâbından çıkarılan Nuh'un yedi kanununa Yahudi olmayanların uymakla zorunlu olduğunu belirtir ve uyanları "hasid" (dindar) olarak değerlendirir.8 Halakhahta da bu yedi kanuna uyan kimseler dünyanın dindar insanları olarak tanımlanırlar.9 Bu kimseler, Yahudi hukukunun hâkim olduğu devlette veya topraklarda imtiyazlı olup, bir mühtedinin sahip bulunduğu tüm haklardan faydalanırlar. Bunlara "yarı mühtedi" anlamında "ger toşav" denir.10 Bunlar, Nuh'un yedi temel kanununu kalben benimser ve gereklerini yerine getirirlerse, her iki dünyada kurtuluşa ulaşırlar. Kurtuluş, sadece "seçilmiş halk" (Yahudiler) veya ihtida yoluyla seçilmiş halka katılanlar için değildir.11 Eliyahu Rabah'da bununla ilgili olarak şöyle denir: "Yeri ve gökleri şahit tutarım; ister Yahudi, ister goy (Yahudi olmayan), ister erkek, ister kadın, ister köle, ister cariye, her kişinin üzerine, yaptığı işe göre kutsallık gelecektir".12
Yahudilere göre, Nuhîlerin kurtuluşuyla ilgili bu anlayış, Yahudiliğin sadece Yahudi ırkına ait olmasından kaynaklanmamaktadır. Irken Yahudi olmayıp Yahudiliğe ihtida edenlerle ırken Yahudi olanlar arasında (teorik plânda), aslında, fark yoktur. Bu konuda Rabbi Yeremya şöyle der: "Tora'nın (Tevrat) hükümlerini uygulayan bir yabancının bile başhahama eşit olduğunu nereden biliyoruz? Kutsal Kitap, 'Bu, rahiplerin, Levililerin ve İsrailin Torasıdır' demez, fakat, 'Bu, insanın Torasıdır'13 der. Yine o, 'Kapıları, Levililere, rahiplere ve İsraillilere aç' demez de 'İnançlı milletlerin girebilmesi için kapıları aç'14 der. Rabbi Yeremya Mezmurlardaki "Bu, dindarların gireceği Tanrı kapısıdır"15 cümlesini de bu konudaki görüşüne delil getirir.16
Rabbi Yeremya ve yandaşlarının bu görüşlerine rağmen, ırken Yahudi olmak, genel Yahudilik anlayışında bir seçilmişliğin işaretidir. Allah, diğer milletlerin arasından Yahudileri (İsrailoğullarını) seçmiştir. Bu yüzden onlar seçilmiş halktır. Bu seçilmişlik ve bir goy olmamak, Allah'a şükrü gerektiren bir husustur. Klasik Rabbanî anlayışta ve modern Ortodokslukta bu anlayış hâkimdir.17 Bununla birlikte, Nuhîlerden olmak da kurtuluşun en kolay yolu sayılır. Yahudi olmayanlar, Nuh'un yedi temel kanununu yerine getirmek suretiyle, kolaylıkla kurtuluşa ulaşabilir ve cennet nimetlerinden faydalanırlar. Ancak, Yahudilerle aralarında derece farkı vardır.18
Yahudilik ve Misyonerlik
Yahudilik, dış dünyada, bütünüyle Yahudilere has bir din olarak görülür ve Yahudilerin bu dini yaymak için faaliyette bulunmadığı düşünülür. Bir çok kimse tarafından bu dinin misyoner karakterli olmadığı zannedilir. Bu kanaat, Tevrat'ın muğlak ifadelerinden ve Yahudilerin günümüzdeki davranışlarından kaynaklanmaktadır. Tevrat'ta, din olarak Yahudiliğin sadece Yahudi milletine has olduğu belirtilmemiştir. Bununla birlikte Tevrat, Yahudilere, diğer kavimleri Yahudiliğe davet etmeyi de açıkça emretmemiştir. Tevrat'ta, Yahudilerin dinlerini yaymak için cihad yaptıklarına dair bilgi yoktur. Yahudilerin diğer kavimlerle savaşları, toprak kazanma, vadedilen topraklara girme savaşlarıdır. Bununla birlikte Tevrat'ta, dolaylı olarak, Yahudiliğin diğer kavimlere açık bir din olduğunu gösteren bölümler vardır. Ammonlular, Moablılar, Esavîler (Edomlular) ve Mısırlıların Yahudiliğe dahil olması ile ilgili kural ve sınırlamaları ihtiva eden Tevrat âyetleri buna örnektir.19
Tevrat'ta, özel durumları nedeniyle bazı kavimlere karşı Yahudiliğe girme hususunda zorluk çıkarılmıştır. Ammonlularla Moablıların, Mısır'dan çıkışta Yahudilere iyi davranmadıkları için onuncu nesle kadar Yahudi cemaatine katılmaları yasaklanmıştır.20 Bunların dışında, Hittîler (Hititler), Girgaşîler, Amorîler (Amurrulular), Kenanlılar, Perizzîler, Hivîler ve Yabusîlerin mutlak düşman olduğu ve bunların ortadan kaldırılması gerektiği bildirilmiştir. Bunun sebebi, bu kavimlerin Yahudilere vadedilen topraklarda yaşamalarıdır. Yahudiler, kendilerine vadedilen topraklarda yaşayan bu kavimlerle hiçbir surette anlaşma yapmamak ve onları mutlak surette ortadan kaldırmakla yükümlüdürler.21
Tevrat'ta düşman ilan edilen bu kavimlerin yanında, imtiyaz tanınan kavimler de vardır. Yakub'un kardeşi Esav'ın soyu Esavîler ile Mısırlılar bunlardandır. Yahudiler bu kavimlere karşı nefret duymamalıdırlar. Bu kavimlerden üçüncü nesilden olanlar Yahudi cemaatine kolaylıkla katılabilirler.22 Tevrat'ın bu ifadelerinden, esas itibariyle, Yahudiliğin ihtidaya açık bir din olduğu anlaşılmaktadır.
Tevrat'ta Yahudiliği yaymakla ilgili açık emirler olmasa da, Yahudiler, MS II. asra kadar dinlerini yayma faaliyetinde bulunmuşlardır. Hatta, Babil Sürgünü sırasında ve Makkabiler döneminde bile sistematik misyonerlik yapmışlardır.23 Ester kitabında anlatıldığına göre, Yahudilerin baskısından korkan birçok Persli, Yahudiliğe girmiştir.24 Talmud'da, Yahudiliği yaymak, faziletli bir iş olarak değerlendirilmiştir. Tannaim'in dördüncü neslinden Rabbi Şim'on ben Eleazer, Allah'ın Yahudileri sürgünlere, oradaki insanları kendilerine çeksinler diye gönderdiğini belirtmiştir.25
MS II. asırdan itibaren dönmelerin problem olması dolayısıyla, mühtediliğe karşı olumsuz bakılmaya başlamıştır. Rabbi Helbo,26 mühtedilerin Yahudiler için bir cüzzam kadar tehlikeli olduğunu ileri sürmüştür. Bu nedenle Rabbiler, mühtedilik hususunda katı sınırlamalar getirmişlerdir.27 Yahudiliğe ihtida etmek isteyen bir yabancının sıkı bir imtihandan geçirilmesini, samimi olup olmadığının belirlenmesini istemişlerdir.28 Babil Talmudu'nun Yevamot bölümünde, Yahudiliğe geçmek isteyen bir yabancıya şu soruların sorulması telkin edilmiştir: Yabancının Yahudi olma gerekçesi nedir? Yahudi olmak isterken Yahudiliğin durumunu, Yahudilerin baskı altında yaşadıklarını, sürgünden sürgüne gönderildiklerini göz önüne almış mıdır? Eğer yabancı, bunları bildiğini, bununla birlikte Yahudi olmak istediğini, Yahudiliğe geçmekle kaybedecek bir şeyinin bulunmadığını söylerse, o zaman o yabancının hemen Yahudiliğe kabul edilmesi emredilmiştir. Halakhaha göre bu durumdaki bir kimseden, ilk önce biraz kolay, biraz da zor ve külfetli kanunlardan bazılarını yerine getirmesi istenir. Mühtedi bu kanunları gördükten sonra vazgeçmek isterse, vazgeçebilir. Gönülsüz mühtediyi dinde tutmanın bir yararı yoktur.29
İhtidaya getirilen bu sınırlamalar, ihtida olaylarını Yahudilikte nadir hale getirmiştir. Zamanla, Yahudilik kendi içine kapanmıştır. Bununla birlikte, her çağda, ufak tefek ihtidalar olmuştur. Bir Türk kavmi olan Hazarlardan bazılarının MS VIII. asırda Yahudiliğe geçmesi buna örnektir.
Çağdaş Rabbilerden Arthur Hertzberg, Yahudiliğin halen ihtidaya açık olduğunu belirtir. Ona göre mühtediler, aslında, Allah indinde değerlidirler. Onların bu değerli oluşu, Yahudi inancını kabul etmelerinden değil, Yahudi kaderine ortak olmayı kabul etmiş olmalarındandır. İyi insan, kendi dininde de kurtuluşa erebilir.30
Yahudi Kelamı Açısından Diğer Dinlerin Durumu
İhtidaya bu sınırlamalar getirildikten sonra hukukçu Rabbiler, Yahudilik dışında kalanların dinî durumunu da belirlemişlerdir. Yahudi bilginler, Yahudilik dışında insanı kurtuluşa götürebilecek dinlerin varolup olamayacağı meselesini felsefî ve kelâmî açıdan tartışmışlardır. Ortaçağ meşhur Yahudi kelamcılardan Yosef Albo, İnsanların dinini temelde ikiye ayırmıştır. Bunlardan biri İsrailoğullarının dini, diğeri de Nuh kanunlarına bağlı Nuhîlerin dinidir. Alboya göre, Musa kanunları ve Nuh kanunları detayda farklılık göstermekle birlikte temel ilkelerde uzlaşmaktadır. İkisi de aynı zamanda yürürlüktedir. İsrail'de Musa kanunları, Yahudi olmayanların yaşadığı diğer bölgelerde ise Nuh kanunları geçerlidir. Farklılık, coğrafî ve kültürel bakımdandır. Yahudi olmayan kimselerin ilahî kaynaklı Nuh kanunları vasıtasıyla mutluluğa ulaşmasında şüphe yoktur. Çünkü Rabbiler, "Hasidey Umot Ha-Olam yeş lehem heleg be Olam Ha-Ba" (Dünyanın dindar milletleri için gelecek dünyada nasib vardır) demişlerdir. Ancak, onların ulaştığı mutluluk, Yahudilerin Tora (Tevrat) vasıtasıyla ulaştığı mutlulukla aynı derecede değildir.31
Albo, aynı zamanda birden fazla ilahî dinin yürürlükte olmasını, din koyucu ve insan açısından olmak üzere, iki yönden ele almaktadır. Albo bu konuda, özetle, şunları söylemektedir: "İlk bakışta, gerek din koyucu, gerek insan açısından tek bir dinin olması gerektiği anlaşılır. Din koyucu, her açıdan tek olduğundan, onun kanunu da tek olmalıdır. İnsan açısından bakıldığında da, insan tabiatı tek olduğundan, onları mükemmelliğe sevk eden din de tek olmalıdır. Bundan ise, beşeriyetin tek dininin olması gerektiği neticesi çıkmaktadır. Ancak insan, yani kanun alıcı, çeşitli açılardan mülahaza edildiğinde ya ataları ya da diğer sebeplerden dolayı farklı mizaçlara sahiptir. İki insan aynı karakterde değildir. Albo, bu karakter ve alışkanlık farklılığını coğrafî farklılıklara dayandırmaktadır. Ona göre topraklar; hava, su, dağlar vs. bakımından farklılık gösterir. Suyu iyi olmayan bazı toprakların meyvesi sert ve kaba olur. Suyu tatlı olan bazı toprakların meyveleri de tatlı olur. Bu durum, hayvanlarda ve insanlarda da görülür. İki farklı coğrafî bölgede yaşayan insanların adetleri ve gelenekleri, yaşadıkları toprağın özelliklerine bağlı olarak, farklılık gösterir. Bu bakımdan, bir bölgenin kanunları, aynı zaman diliminde de olsa, diğer bölgelerin kanunlarından farklı olmak durumundadır. Bununla birlikte, kanun koyucu tek olduğundan, farklı bölgelerdeki dinler genel prensipler bakımından aynıdırlar; farklılık detaydadır.32
Albo'nun bu felsefî ve kelamî açıklamasına göre, aynı zaman diliminde birden fazla ilahî menşeli din varolabilir. İkisi de insanlığın saadetine vesiledir. Albo'nun bu açıklaması, klasik Rabbanî öğretinin felsefî bakımdan bir izahıdır. Modern Yahudi mezheplerinin görüşü de bu yöndedir. Reformist Yahudiliğin öncülerinden Moses Mendelssohn'a33göre Tevrat, sadece Yahudi halkının Tevrat'ıdır. Yahudi olmayan diğer halklar, tabiî din veya kendi gelenekleri ile kurtuluşa erebilirler; kurtuluş, sadece bir dinle sınırlı değildir.34 Bunun için, Yahudiliğin dışarıdan mühtediler kazanma gayreti yoktur. Mendelssohn'un Yahudilik anlayışında, diğer halkların Konfüçyüs gibi ahlâk öğreticileri takdirle karşılanmaktadır.35
Çağdaş Yahudiliğin önemli bir filozof hahamı olan Mordecai Menahem Kaplan,36Yahudilik dışındaki dinlerin konumunu belirlemek için önce Yahudiliği tanımlamıştır. Ona göre Yahudilik; muayyen bir toprakla kimlikleştirilmiş bir grup hayatını, müşterek bir dini, bir dil ve edebiyatı, folkloru, kanun kodekslerini ve sanatı bünyesinde barındırmaktadır. Bu anlamda Yahudilik; Yahudilerin İsrail ülkesinde bin yıldan fazla süren millî otonom yaşamları ile yaklaşık iki bin yıllık Diaspora (sürgün) yaşamları boyunca oluşturdukları bir medeniyettir.37
Yahudiliği bir medeniyet olarak tanımlayan Kaplan, Tevrat'ı da bu medeniyetin bir unsuru olarak görmüştür. Ona göre Tevrat, bir Yahudi medeniyetini ifade etmektedir.38 Tevrat, Yahudilerin gerçeği arama ve kurtuluş yolunu bulma hususundaki ortak çabalarının bir ürünüdür. Bu Tevrat, dünyadaki doğruluğu geliştiren bir ruh olarak, Allah'ın realitesine şehadet etmesi anlamında ilahî bir vahiy olarak telakki edilebilir. Ancak bu telakki, eskilerin "Torah Min Ha-Şamayım" (Tevrat Semadandır=İlahî Tevrat) kavramından bahsederken kasdettikleri anlamı teyit etmez. Bu telakki, Allah'ın Tevrat'ı değil, Tevrat'ın Allah'ı vahyettiği gerçeğini ifade eder.39Bu bakımdan, Tevrat'ın kendisi değil, varlık planına çıkış süreci ilâhîdir. Bu anlamda, hayatın zenginleştirilmesini ve kurtuluşu amaç edinen diğer medeniyetlerin kanun ve doktrinleri de, aynı sürecin bir parçası olmaları itibariyle, ilâhîdir. Bu kanun ve doktrinlerin ilahî oluşu, mutlaka insanlığa fayda sağlama şartına bağlıdır. Aynı şart, Yahudi şeriatı için de geçerlidir.40
Yahudilik Açısından Hıristiyanlık ve İslâm
Yahudiliğin Hıristiyanlık ve İslâm'a bakışı, onun kendisi ve kendi dışındaki dinlerin durumu hakkındaki açıklamasıyla bağlantılıdır. Yahudilik, Yahudilerin dini olduğuna göre, onun dışındaki dinler, Nuh'un yedi temel kanununa sahip olmak şartıyla var olma hakkına sahiptirler. Nuh'un yedi temel kanununa bünyesinde yer veren dinler ise, Yahudi olmayanları hem bu dünyada, hem de gelecekte mutluluğa ve kurtuluşa ulaştırabilirler. Hıristiyanlık ve İslâm, bu dinlerin başında gelmektedir.41 Bu dinler, misyoner karakterleri sebebiyle, Allah'ın mesajını putperestler arasında yaymakta ve bütün insanlığı Allah'a çağırmaktadırlar. Meşhur Yahudi bilgini Maimonides, bu konuda şunları söylemektedir: "Tanrının tasavvurlarını anlamak, insan zihnini aşan bir şeydir; zira bizim yöntemlerimiz, onun yöntemleri değildir; düşüncelerimiz de onun düşünceleri değildir. Nasıralı İsa ve ondan sonra gelen İsmailî'nin (Muhammed) işleri, aşağıda da belirtildiği gibi, dünyayı hep birlikte Tanrı'ya kulluğa hazırlamak üzere Mesih'in yolunu açmaya yaramıştır. 'Çünkü, bir yürekle Rabbe kulluk etmek için hepsi Rabbin ismini çağırsınlar diye, kavimlere o zaman temiz dil vereceğim' buyrulmuştur.42Nasıralı İsa ve İsmailî vasıtasıyla Mesih umudu, Tevrat ve emirler yaygınlaştı; uzak adaların sakinleri ve kalben ve bedenen sünnetsiz pek çok halk arasında duyuldu."43Görüldüğü gibi Maimonides'e Hıristiyanlık ve İslâm, Allah'ın mesajını Yahudi olmayan kavimler arasında yayarak Mesih'in gelişine zemin hazırlamaktadırlar. Maimonides, Mişne Tora isimli eserinde, bu görüşünü daha açık belirtir: "Nasıralı'nın ve İsmailî'nin öğretileri, bütün dünyayı, tek bir ruhla, Tanrı'ya ibadeti mükemmelleştirecek olan Mesih'in gelişini hazırlama hususunda kutsal amaca hizmet etmektedir. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, kutsal kitabın sözlerini ve hakikat kanunlarını bütün dünyaya yaymışlardır. Yaptıkları, yapacakları hatalar dikkate alınmaksızın, Mesihî çağın gelişinde onlar tam doğruya döneceklerdir."44 Muhafazakar Yahudiliğin önemli bilginlerinden ve teologlarından biri olan Jacob Neusner de, Maimonides'in görüşleri doğrultusunda, bu konuda, özetle şunları söyler: "Biz Yahudiler, Hıristiyanlığın ve İslâm'ın kutsal tarihteki yerini anlamalıyız. Kendimize şunu sormalıyız: Hıristiyanlar sadece Nuhî midirler veya iddia ettikleri gibi, gerçekten İbrahim, İshak ve Yakub'un oğulları mıdırlar? Nuh kanunları bütün insanlıktan; puta tapmamak, Tanrı'nın ismine küfretmemek, öldürmemek, katletmemek, hırsızlık yapmamak, zinadan kaçınmak, adalet evleri kurmak ve hayvanlara vahşice davranmamak gibi temel kurallara uymasını ister. Hıristiyanlar bu kuralları tasdik ederler. Fakat dahası da var; Hıristiyanlık ve İslâm sayesindedir ki, Torah (Tevrat=din) dünyanın uzak köşelerine yayılmıştır. Bunda Yahudiliğin bir katkısı yoktur. Elbette bazıları, Yahudiliğin bu kutsal misyonu yerine getirmekten Hıristiyanlık ve İslâm tarafından engellendiğini ileri sürebilirler. Fakat Yahudilik, bu engellenmeyi onaylamış ve misyonunu terk etmiştir. Hıristiyanlık ve İslâm, insanlar arasında monoteizmin yayılmasının vasıtaları sayılmıştır. Ortaçağ düşünürleri tamamen böyle söylemişlerdir."45
Maimonides ve Neusner'in bu olumlu görüşlerine rağmen Yahudilik, bir Yahudi'nin Hıristiyanlık ve İslâm'a geçmesini büyük günah sayar. Bu anlayışa göre, Yahudilikten çıkan bir Yahudi, kendisini Tanrıya ve halkına bağlayan "ahid"i bozmuş olur.46
Yahudiliğin, Nuh kanunları çerçevesinde Hıristiyanlık ve İslâm'a genel bakışı budur. Bununla birlikte, inanç konusundaki bazı ayrıntılar dolayısıyla Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm'ı ayrı ayrı değerlendirmektedir.
Yahudiliğin Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara Bakışı
Yahudiliğin Hıristiyanlığa ve onun önderi İsa'ya bakışı, pozitif ve negatif değerleri birlikte ihtiva eder. İsa'nın bir Yahudi, Hıristiyanlığın da Yahudilikten türemiş bir din olması noktasında Yahudi bilginlerin bakışı olumludur. Fakat, İsa'nın Yahudi öğretilerine ters öğretiler getirmesi ve Hıristiyanlığın da daha sonra politeist bir yapıya bürünmesi noktasında bu olumlu bakış olumsuzlaşır.
Genel olarak Yahudilere göre İsa, Galileli dindar ve zâhid bir Yahudidir. Ferisî geleneği üzere yetişmiştir. Halkını sevmiş ve Romalı yöneticilerin baskısı altında onların ezilmesinden üzüntü duymuştur. Tanrıya olan derin inancıyla, kardeşlerini eğitmek ve rehberlik etmek üzere yola çıkmıştır. O, yeni bir şey getirmemiştir. Onun söyledikleri Tevrat'ta ve Rabbanî gelenekte bulunmayan şeyler değildir. Onun tek amacı, Yahudi öğretisindeki ahlâkî unsurların hayat planına çıkarılmasıdır. Onun öğretilerini benimseyen küçük bir grup onu üstad edinmiş, o da onlara önderlik yapmıştır. Çevresindekiler, İsa'nın bir mesih olduğunu düşünmüş ve kendilerini kurtaracağını zannetmişlerdir. Halbuki İsa, onlara Tevrat'ın emirlerine sıkı bir şekilde uymayı telkin etmiştir.
İsa Kudüs'e geldiğinde, Galileli bir isyancı lider olarak, onun mesihî vaazları Romalı yöneticilerin kulağına gitmiştir. Vali Pontus Pilate, İsa'yı yakalatmış ve Roma ceza usulüne göre çarmıha germiştir. İsa, daha önceki Yahudi şehitler gibi kaderini sükûnetle karşılamış ve kendini Tanrı'nın iradesine bırakmıştır. Hayatı ve ölümü bakımından İsa'nın kaderi diğer mesihî fikirler taşıyan Yahudilerin kaderiyle aynı olmuştur.
Her Yahudi'nin kendi görüşünü açıklama hakkı Yahudi toplumunda hoşgörüyle karşılanmıştır. Bu bakımdan İsa, Yahudi toplumunda görüş ve inançlarını açıklama hakkına sahipti. İsa, diğer Yahudi Rabbiler gibi kendi görüşü açısından Tevrat'ı yorumluyor ve öğretiyordu. Onun ayrıldığı nokta, kendisini bir mesih olarak ilan etmesiydi. Modern dönem Yahudi bilginleri İsa hakkında bu şekilde düşünmektedirler.47
Modern dönem Yahudi bilginlerin bu bakışına karşı, klasik Rabbanî kaynaklarında İsa hakkında hiç de iyi şeyler söylenmemiştir. Rabbiler Talmud'da, İsa'yı, İsrailoğullarını saptıran bir büyücü olarak tanıtmışlardır.48 Babil Talmudu'nun Sanhedrin bölümünün Hıristiyan sansüründen kurtulmuş bir yerinde, İsa'nın büyücülük yaptığı için asıldığı, fakat onu asanların Romalılar olduğu belirtilmektedir. Burada anlatıldığına göre, büyücülük yaptığı için İsa'nın asılmasına karar verilmiş ve cezanın infazından kırk gün önce, büyücülük yaparak İsrailoğullarını saptırmaya yeltendiğinden dolayı taşlanarak (idam sehpasında) öldürüleceği, lehine savunması olanların gelip onu savunması bir mübaşir tarafından sokaklarda ilan edilmiştir. Lehine savunma yapacak kimse çıkmadığından İsa, Fısıh arefesinde asılmıştır.49 Talmud'un İsa'nın ölümüyle ilgili bu metninde karışık bir anlatım vardır. İsa ile ilgili bu olay, ölüm cezasına çarptırılan suçlunun ceza kararının infazdan kaç gün önce sokaklarda ilan edilmesi gerektiği meselesi tartışılırken misal olarak zikredilmiştir. Tesniye 13. Bab'da, büyücülüğün cezası taşlanarak ölüm olarak bildirilmiştir. Çarmıha gererek öldürme Tevrat hükmü değildir. Talmud'daki bu anlatımdan, İsa'nın Yahudi hukukuna göre yargılandığı ve suçlu bulunduğu, fakat cezalandırılmasının Romalılar tarafından Roma ceza usulüne göre yapıldığı anlaşılmaktadır.
Babil Talmudu'nun ilgili bölümünde, İsa'nın şakirdlerinin mahkemesiyle ilgili bir haber de bulunmaktadır. Burada, Mattay, Nakay, Nezer, Buni ve Todah isimli İsa'nın beş şakirdinin Yahudi mahkemesinde yargılanmasından söz edilmekte, fakat cezalandırılmaları hususunda bilgi verilmemektedir.50
İsa hakkında olduğu gibi, ilk Hıristiyanlar ve onların kutsal kitapları hakkında Talmud'da pek az bilgi vardır. Bunlar da açık değildir. Talmud'da Hıristiyanlar için tanımlayıcı bir isim kullanılmamakta, sadece onlardan "minim" (heretikler) olarak bahsedilmektedir.51 İlk Hıristiyanların toplantı yerlerine "Be-Nizrefe", kitaplarına da "boş sahifeler" anlamında "Gillayon"52 denmektedir.53 Apokrif kitapların ne yapılacağı hususundaki bir tartışmada bir rabbi bu kitapların, Hıristiyan kitapları da dahil olmak üzere, içindeki Tanrı isimleriyle birlikte, derhal gömülmesini, Rabbi Yosi ise Tanrı isimlerinin çıkarıldıktan sonra gömülmesini ileri sürer. Rabbi Tarphon'un görüşü ise daha ilginçtir. Rabbi Tarphon, şöyle der: "O kitaplar elime ulaştığında, içinde Tanrı isimleri olduğu halde gömmezsem, oğlumu gömmüş olayım. Bir kimse, boğazlamak veya bir yılan sokmak için beni kovalasa, putperestlerin mabedine sığınırım da onların mabedine girmem. Çünkü, putperestler Tanrıyı bilmezler de inkâr ederler, bunlar ise bildikleri hâlde inkâr ederler."54
Bütün bu farklı anlayışların yanında, genel olarak Yahudiler, şu noktalar açısından Hıristiyanlığı eleştirmişlerdir:
1. İsrail peygamberleri kendileri adına konuşmamış, kendilerini ön plana çıkarmamışlardır. İsrail peygamberleri, kendilerini Allah'ın sözcüsü saymışlardır. İsa ise "Allah böyle söyledi" yerine "Ben size derim ki..." ifadesiyle, Allah'ı değil, kendini otorite yerine koymuştur. İsa, kendini Allah'ın sözcüsünden başka bir şekilde tasvir etmiş ve bundan dolayı Yahudiler onu peygamber olarak tanımamışlardır.55
2. Yahudiliğe göre Allah, mutlak olarak Bir'dir. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh Üçlemesi, Yahudi nazarında üç ayrı şahsı ifade eder. "Bir üçtür, üç birdir" Hıristiyan anlayışı, Yahudilik için anlamsızdır. Bunun için Teslis kabul edilemezdir.
3. Yahudilikte Tanrı şekilsizdir. Ne bir şekle bürünmüş, ne de bürünecektir. Yahudi, Tanrı’nın İsa'da bir insan şeklini aldığını kabul edemez. Bu, onun en temel inançlarına aykırıdır.
4. Yahudi inancına göre hiçbir beşerî varlık ilahî bir hüviyet kazanamaz.
5. Yahudiliğe göre hiçbir beşerî varlık mutlak mükemmel olamaz. Yahudi kutsal metinlerinde hiçbir şahsiyet mükemmel olarak tanımlanmamıştır.
6. Yahudilik, İnsanla Tanrı arasında aracı kabul etmez. Herkes Tanrı’ya doğrudan ulaşabilir. Kurtuluşa ulaşmak için aracıya gerek yoktur.
7. Hıristiyanlık, orijinal günah inancını taşır. Yahudilik için böyle bir şey söz konusu değildir. Günah miras olarak babadan oğula geçmez.56
8. Hıristiyanlık, İsa'ya imanın kurtuluşa götüreceğini öğretir. Yahudilik, ilahî kanunların gözetilmesiyle kurtuluşa ulaşılacağını savunur.
9. Hıristiyanlık, sakramentlere inanır. Sakramentler ilahî inayetin vasıtalarıdır. Yahudiliğin sakramentleri yoktur.
10. Hıristiyanlık kurtuluşu İsa'ya bağlar. Sadece İsa'ya iman kurtuluşu sağlar. Yahudilik ise, dünyanın bütün dindar halklarının ahirette pay sahibi olduğunu öğretir. Adaletin temel kanunlarına uymak kurtuluş için yeterlidir. Yahudilik, Hıristiyanlığı, Hıristiyanları Tanrı'ya ulaştıran iyi bir yol olarak görür. Yahudiliğin İslâm, Budizm ve diğer etik dinlere bakışı da bu şekildedir. Bu dinler de mensuplarını Tanrı'ya ve kurtuluşa götürürler. Yahudilik, hiç kimsenin din değiştirmesini gerekli görmez.57
11. Hıristiyanlık, Yahudiliği daha aşağı bir ahlâk geleneğine ve az gelişmiş bir ilahî ve beşerî sevgiye sahip bir din olarak görmektedir. Yahudilik, Hıristiyan ahlâkını ve sevgi mefhumunu gelişmiş olarak görmez; Yahudiliğinkinin yeni bir ifade şekilleri olarak görür. Yahudilik, Yeni Ahit'te Yahudi ahlâkında bulunmayan hiçbir yenilik bulmaz.
12. Bundan dolayı Yahudilik, Yeni Ahit'i ilahi vahiy olarak görmez. Yahudi bilginler onda sadece Yahudi fikirlerinin özlerini bulurlar. Yeni Ahit'in bazı kısımları, Yahudilikle duygu bağları olmayan yabancılar tarafından Romen dünyasında yazılmıştır. Onun yazarları kendilerini ve yeni inancı Yahudilikten ve Yahudilerden koparmışlardır. Bu yüzden Yeni Ahit'te anti-Yahudi ifadelere yer verilmiştir. Yuhanna İncili bunun en iyi örneğidir.
13. Bir Hıristiyan için İsa'nın adı derin sevgi fırtınaları oluşturur. Yahudi bu duygudan yoksundur. O, Hıristiyan inancına saygı gösterir; Tanrı sevgisini ve diğer bir dizi ahlâk öğretilerini onunla paylaşır. Hıristiyan tarihi söz konusu olduğunda Yahudi'nin yaklaşımı bilimseldir. Yahudi için İsa, bir insan, bir öğretici ve reformisttir.58
Yukarıda maddeler hâlinde zikredilen itirazları bakımından Yahudilik Hıristiyanlığı bu şekilde reddetse de, Yahudi bilginler Hıristiyanları, Müslümanlara nazaran, kendilerine daha yakın bulurlar. Çünkü aralarında menşe birliği vardır. Maimonides bunu açıkça vurgular ve şöyle der: "Hıristiyanlar bizim gibi kutsal kitabın ilahîliğine ve efendimiz Musa'ya vahyedildiğine inanır ve kabul ederler. Sadece yorumda bizden ayrılırlar."59Bunun için Maimonides, Hıristiyanlara Tevrat'ın öğretilmesine cevaz verir, fakat aynı şeyi Müslümanlar açısından caiz görmez. Çünkü Müslümanlar, Tevrat'ın tahrif edildiğine inanırlar. Hıristiyanlarla Yahudiler arasındaki fark kutsal kitabın yorumuna dayandığından, Hıristiyanlara Yahudiler tarafından Tevrat'ın öğretilmesi, akidelerinin düzelmesini sağlayabilir.60
Bir yandan Hıristiyanlığı kendilerine en yakın din olarak görüp, diğer yandan Hıristiyan inancını Yahudilik açısından şirk olarak değerlendiren ve böyle bir şirki Yahudi olmayanlar için uygun gören Yahudi bilginler, bir Yahudi'nin kiliseye girmesini kesinlikle yasaklamışlardır. Çağdaş Yahudi bilginlerinden Rabbi Moşe Feinstein, sadece sanatsal ve mimarî yönünü incelemek gayesiyle bile bir Yahudi'nin kiliseye girmesini uygun bulmamıştır. İsrail'de bir zamanlar Sefarad Baş Hahamlığı görevinde bulunan Rabbi Ovadya Yosef ise, misyonerlik faaliyetlerini de göz önüne alarak, Yahudilerin kiliseye girmesini yasaklamıştır. Ona göre Hıristiyanlar putperesttir, kiliseleri de putperest mabedleridir. Bazı Yahudi bilginler ise, bütün haç ve sembollerin çıkarılmasından sonra bir Yahudi'nin kilisede ibadet edebileceğini belirtmişlerdir.61
Yahudiliğin İslâm'a ve Müslümanlara Bakışı
Yahudiliğin İslâm'a ve Müslümanlara bakışı, Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara bakışında olduğu gibi, pozitif ve negatif yaklaşımları birlikte ihtiva etmektedir.
Klasik Yahudi dünyasında "Müslüman" deyince, genellikle, hemen Araplar kastedilir. Bilindiği gibi, Yahudilerle Araplar arasında amansız bir düşmanlık vardır. Bu düşmanlığın temeli de, Hz. İsmail ile Hz. İshak'a dayanmaktadır. Tevrat'a göre Hz. İbrahim'in mübarek soyu Hz. İshak'ta devam etmiştir. Hz. İbrahim, Hz. İsmail'i yanından uzaklaştırmış ve Hz. İshak'ı alıkoymuştur.62 Tevrat'taki bu anlatım, daha sonraki Yahudi literatüründe Araplar aleyhine daha da olumsuzlaştırılmıştır. Midraşik bir eser olan Sifre'de, Hz. İsmail'in Hz. İbrahim'in hayırsız oğlu olduğu belirtilmiş ve şunlar söylenmiştir: "Babamız İbrahim hayata geldiğinde, hayırsız evlatlara sahip oldu; İsmail ve Keturah oğulları. Bunlar, önceki nesillerden daha kötü idiler. İshak geldiğinde o da bir hayırsız evlada sahip oldu; Esav. Onun nesli önceki nesillerden daha kötü idi. Yakup geldiğinde, o hayırsız evlada sahip olmadı. Onun bütün çocukları hayırlı çıktı."63
Hz. İsmail'e duyulan olumsuz düşünceler, onun soyu olan Araplara ve daha sonra Müslümanlara da yöneltilmiştir. Zohar Şemot'ta Araplar ve Müslümanlar İsrailoğullarına en çok zulmeden kavim olarak takdim edilmiştir. Rabbi Yahuda bu konuda şöyle demiştir: "Gerçekte, İsmail'in (Müslüman Arapların) sultasındaki sürgün, sürgünlerin en şiddetlisidir. Bir defasında Kudüs'e giderken Rabbi Yeşu, bir Arapla oğlunun hadisesine tanık oldu. Arap oğluna dedi: Bak, orada Tanrının reddettiği bir Yahudi var. Git ve ona hakaret et. Yüzüne yedi defa tükür, çünkü o, yüceltilmiş birinin tohumudur. Onlara yetmiş milletin hakim olacağını biliyorum. Çocuk gitti ve Yahudi'nin sakalından tuttu. Bunun üzerine Rabbi Yeşu, yerin dibine batman için yüceler yücesine yalvarıyorum, diye dua etti. Henüz sözünü bitirmişti ki, yer ağzını açtı ve Arabı oğluyla birlikte yuttu."64 Zohar'ın başka bir yerinde, İsmailoğullarının (Müslüman Araplar) Yahudilere karşı bir çok kötülük işledikleri ve onlara acı tattırdıkları belirtilmektedir. Devamında, Zohar'ın yazıldığı dönem tasvir edilerek, şöyle denmektedir. "Bugün İsmailîler İsrail'e hükmetmekte ve Yahudilerin inançlarının gereğini yerine getirmelerine mani olmaktadırlar. Ve sen, İsmail'in diasporasından daha zor bir diaspora görmedin."65
Ortaçağ Yahudi literatüründe Araplardan ve dolayısıyla Müslümanlardan böylesine kin ve nefretle bahsedilmekle birlikte, zaman zaman onların iyiliğinden ve faziletinden de bahsedilmektedir. Sura akademisinin başkanlarından Gaon Yehuda (8. yüzyılın ortaları) şu sözlerle bunu itiraf etmektedir: "İsmaililer geldiğinde bizi Tevrat'la meşgul olmakta serbest bıraktılar."66
Yahudi bilginler, Arapların dini hakkındaki görüşlerinde daha olumludurlar. Babil Talmudu'nun Şabat bölümünde, Raba ben Mekhasia, R. Hama ben Guria'dan naklen, "Bir İsmailî'nin tahakkümünde olmak, yıldıza tapan putperestlerin tahakkümünde olmaktan daha iyidir"67 demiştir. R. Hama ben Gurion'un bu sözünde Araplar (Müslümanlar) putperestlere tercih edilmekte, dolayısıyla onların dininin putperestlik olmadığı vurgulanmaktadır. Talmud'daki bu ifade Müslümanların dini hakkında Yahudi bilginlerine bir fikir kazandırmıştır. Yahudi bilginler Talmud'daki bu ve benzeri ifadelerden hareketle İslâm'ın monoteist karakterli bir din olduğunu kabul etmişlerdir. Meşhur Yahudi bilgini Maimonides, İslâm'dan irtidat ettiği söylenen Rabbi Obadiah'ın Müslümanların putperest olup olmadıkları sorusu üzerine, onların monoteist olduğunu belirtmiştir. Maimonides'in bu konuyla ilgili görüşlerini, bir çok yönden önem taşıdığı için, özetleyerek, burada naklediyoruz.
Maimonides, Rabbi Obadiah'a cevap olarak gönderdiği mektupta, önce Obadiah'ın sorununu özetler ve şöyle der: "Sen, Müslümanların putperest olmadığını söylediğini, fakat hocanın onların putperest olduğunu, ibadet yerlerinde Mercury'yi68 taşladıklarını iddia ettiğini naklediyorsun. Daha da ötesi, hocanın seni bu konuda uygunsuz bir şekilde terslediğini ve seni "Akılsıza aptallığınca cevap ver"69 âyetine muhatap kıldığını belirtiyorsun.
Araplar hiçbir şekilde putperest değildirler. Putperestlik onların dilinden ve kalbinden çok önceleri kesilmiş ve onlar tam bir tevhidle tek bir tanrıya inanmışlardır. Onların bizi Tanrının bir oğlu olduğuna inanmakla suçladığı gibi, onların putperest olduklarını söyleyerek biz de yalanla misillemede mi bulunacağız? Bize iftirada bulananlara karşı şehadet eden Tevrat, "Onların ağzı yalan söyler, onların sağ eli yalanın sağ elidir"70diyerek bize karşı da şehadet eder. Yine Tevrat, "İsrailin bakiyesi haksızlık etmeyecek ve yalan söylemeyecek ve ağızlarında hileli dil bulunmayacak"71 der. Eğer bir kimse, onların (Arapların) ibadethanelerinin (Kabe) putperest evi olduğunu, atalarının ibadet ettiği bir putun orada gizli olduğunu iddia ederse, bu nedir? Bugün orada ibadet edenlerin kalbinde sadece Tanrı vardır. Bizim Rabbilerimiz Talmud'un Sanhedrin bölümünde (61b) bu hususa açıklık getirerek demişlerdir ki, bir kimse, puthanenin önünde, orasının bir sinagog (havra) olduğunu düşünerek ibadet ederse, onun kalbi Tanrı'ya yönelmiştir. Aynı şey bugün Araplara da uygulanabilir. Putperestlik, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere, onların hepsinin ağzından ve yüreğinden uzaklaşmıştır. Onların Tanrının birliğiyle ilgili inançlarında hiçbir hata yoktur.
Yahudi bilginler, Yahudilikle İslâm arasında ciddi meselelerde önemli yakınlığın bulunduğunu da kabul etmektedirler. Rabbi Roy A. Rosenberg'e göre, monoteizm konusunda her iki din de müttefiktir. İkisi de ibadethanelerde insan ve hayvan temsillerinin bulunmasına izin vermemektedir. Sünnet olmak, domuz eti yememek, iki dinin diğer önemli ortak özelliklerindendir. Her iki dinin dinî otoriteleri ayinleri yöneten rahipler değil, şeriatı yorumlayan bilginlerdir.72 İki din arasındaki bu benzerliği göz önüne alan İsrail'in önde gelen aydınlarından Yeşhayahu Liebowitz, Yahudilik ile İslâm'ın birbirine sanıldığından daha yakın olduğunu ileri sürmektedir. Bu bakımdan o, "Bet Ha-Mikdaş'ın (Süleyman Mabedi) bulunduğu tepede bir cami oluşu (Mescid-i Aksa) beni hiç rahatsız etmiyor, ama bir kilise olsaydı çok üzülürdüm" demiştir. Ona göre Yahudiliğin başlıca düşmanı Hıristiyan dünyasıdır.73
Netice olarak, Yahudi bilginler, doktrin ve gelenek bakımından İslâm'ı Yahudiliğe daha yakın bulmaktadırlar. İslâm'ı, her ne kadar onun Yahudilikten çalınma bir din olduğunu iddia etseler de, Müslümanlar için kurtuluşun vesilesi olarak kabul etmektedirler. Aynı şeyi Hıristiyanlık için de söylemekle birlikte, Hıristiyanlığın tevhide uzak olduğunu, bir çeşit politeist karakter taşıdığını ileri sürmekte ve Yahudileri Hıristiyanlığa karşı uyarmaktadırlar.
Yahudilik, ırken Yahudi olmayanların Yahudiliğe girişini yasaklamamakta, fakat Yahudi olmaları için gayret gösterilmesini de emretmemektedir. Bunun yerine, tevhid inancına dayalı Nuh Kanunlarını benimseyen ve uygulayanların kurtuluşuna garanti vermektedir. Bu çerçevede, Hıristiyanlığı ve İslâmı insanları tek tanrı inancına, dolayısıyla kurtuluşa götüren dinler olarak görmektedir. Orijin bakımdan Hıristiyanlığı, inanç bakımından ise İslâm'ı kendine daha yakın din olarak tanımaktadır.
Bu sonuçlar, İslâm dışı dinler üzerinde çalışırken o dinlerin kaynaklarının ve mensuplarının verdiği bilgilerin fenomenolojik olarak değerlendirilmesinin önemini ortaya koymaktadır. Fakat, itiraf etmek gerekir ki, zamana ve mekana bağlı olarak göreceli bir mahiyet taşıyan bazı olayların sonuçlarının bir inanç haline dönüşmesi, bizlerde yanlış saplantılar meydana getirmiştir. Şimdiye kadar bilip inana geldiklerimizin dışında, karşı tarafın fikirlerini doğrudan öğrenmeyi pek gerekli görmemişizdir. Bu, özellikle Yahudilik ve Yahudiler söz konusu olduğunda daha belirgin hale gelmektedir. Halbuki, mitleşmiş ön yargılardan hareket ederek yanlışlıklar ve çarpıtmalar üzerine kurulu bilgilenmenin hiçbir yararının bulunmadığı bilinen bir gerçektir.
İlk dönemlerinden itibaren İslam tarihini, İslam idaresi altındaki Hıristiyan ve Yahudilerin konumunu ve bu toplumların Müslümanlarla ilişkilerini tarafsız bir gözle inceleyen herkes, açık bir gerçekle karşılaşacaktır: Kitap Ehli, İslam idaresi altında her zaman huzur ve güvenlik içinde yaşamıştır. Hatta kimi zaman farklı dinlerden veya mezheplerden idarelerin altında zulüm gören Hıristiyanlar ve Yahudiler, İslam topraklarına sığınmışlar ve aradıkları güveni Müslüman ülkelerde bulmuşlardır. Kitap Ehli'nin İslam topraklarında bu derece rahat ve huzurlu bir yaşam sürebilmelerinin en önemli nedeni ise, Müslümanların Kitap Ehli'ne karşı tavır ve tutumlarını Kur'an ahlakına göre belirlemiş olmalarıdır.
Barış ve hoşgörü dini olan İslam, iman edenlerin tüm insanlara adaletle ve iyilikle davranmalarını gerektirir. Salih Müslümanlar, Allah'ın emrettiği ahlaka uygun olarak, hoşgörülü, affedici, mütevazı, anlayışlı, yumuşak huylu, içten ve samimi insanlardır. Allah iman edenlere, kendilerinin veya yakınlarının aleyhinde dahi olsa adil olmayı, kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile öncelikle yetimi ve esiri doyurmayı, fedakar olmayı, sabırlı davranmayı, güzel ahlakta kararlı olmayı emretmiştir. Bu ahlakı yaşayan bir mü’min aynı zamanda farklı inançlara ve düşüncelere mensup kişilere karşı da toleranslıdır. "Dinde zorlama olmadığının" bilinci ile, iman etmeyen insanları hak yola davet ederken de her zaman nezaketli bir üslup kullanır, amacı doğru yolu göstermek, karşı tarafın vicdanına hitap etmek ve onların güzel bir ahlak ile yaşamasına vesile olmaktır. Bu ise ancak Allah'ın insanlara hidayet vermesi ile mümkün olur. Allah, "... İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu... " (Rad Suresi, 31) ayetiyle Müslümanlara, kalplerin ancak Allah'ın elinde olduğunu, bir kimsenin ancak O'nun dilemesiyle hidayete erebileceğini hatırlatmaktadır. Bir başka ayette ise şöyle buyrulur:
Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.74
Müslüman'ın görevi, sadece gerçekleri anlatmak, insanları bu gerçeklere davet etmektir. İnsanların bunu kabul edip etmemeleri, tamamen onların vicdanlarına kalmış bir meseledir. Allah bu gerçeği Kur'an'da haber vermektedir:
Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.75
Müslümanların bu ahlakları, doğal olarak Kitap Ehli ile olan ilişkilerinde de geçerlidir. Üstelik Rabbimiz, Kitap Ehli'ne karşı nasıl davranılması gerektiğini Kur'an'da iman edenlere detaylı olarak tarif etmiştir. Bu ayetler incelendiğinde, Müslüman toplum içinde Hıristiyan ve Yahudilerin varlıklarının tanınması ve onların tüm haklarının bizzat Müslümanlar tarafından korunması gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. Müslümanların Yahudilere ve Hıristiyanlara bakışı son derece merhametli olmalıdır. Samimi olarak iman eden Yahudiler ve Hıristiyanlar -her ne kadar inanışlarında ve ibadetlerinde zaman içinde bazı bozulmalar yaşanmışsa da- özünde Allah'ın varlığına ve birliğine iman eden, meleklere, peygamberlere ve hesap gününe inanan ve din ahlakının yaşanması gerektiğini düşünen kimselerdir. Bu gerçek, Müslümanların onlara yaklaşımında da önemli bir ölçüdür.
Allah bir ayette Allah'a ve ahiret gününe iman ederek salih amellerde bulunan Yahudiler ve Hıristiyanların, bu iyi ahlaklarının karşılığını en güzel şekilde alacaklarını haber vermiştir:
Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabiiler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.76
Bu ayetin anlamı apaçıktır. Müslüman, Yahudi veya Hıristiyan olsun, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve salih amellerde bulunanlar müjdelenmekte; söz konusu mü’minlerin kurtuluşa ve esenliğe kavuşacakları haber verilmektedir. Maide Suresi'nin 48. ayetinde ise, insanlar için "farklı bir şeriat ve yol-yöntem kılındığı", sorumluluklarının ise "hayırlarda yarışmak" olduğu belirtilmiştir. Bu da ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister Müslüman olsun samimi olarak Allah'a ve ahiret gününe iman eden tüm inananların güzellikle davranmaları ve Allah rızası için hayırlarda yarışmaları gerektiğini göstermektedir. Bu durumda Müslümanların, kendileri gibi Allah'a iman eden, salih amelde bulunan ve güzel ahlak gösteren kimselere katı veya hoşgörüsüz davranmaları mümkün değildir. Nitekim, İslam tarihi de bunu kanıtlar.
Hz. Muhammed (sav) döneminden başlayarak, İslam topraklarında her zaman için tam anlamıyla bir din özgürlüğü hakim olmuştur. Yahudilerin ve Hıristiyanların inançları, ibadetleri, kiliseleri, sinagogları, din eğitimi veren okulları Müslümanların güvencesi altına alınmıştır. Havralar ve kiliselerin korunacağına dair garantiler, Peygamberimiz (sav) döneminden başlamak üzere, Kitap Ehli ile yapılan sözleşmelerde yer alan önemli hükümlerdir. Ayrıca ilk dönemlerde yapılan anlaşmalarda, Müslümanların yolculukları sırasında güzergahları üzerinde bulunan manastırlarda kalmalarına müsaade edilmesine dair maddeler de bulunmaktadır. Bu da, Müslümanların Kitap Ehli ile ilişkilerini karşılıklı saygı zemini üzerinde geliştirmeye, onlarla diyalog halinde olmaya özen gösterdiklerine bir işarettir. Buna dayanarak pek çok Müslüman'ın, gerek konaklamak gerekse yemek ihtiyaçlarını gidermek için yolculukları ve fetihleri sırasında manastırları ziyaret ettikleri, hatta kimi zaman edebi sohbetler için manastırları tercih ettikleri tarihi kaynaklarda anlatılmaktadır.
Kitap Ehli de çoğu zaman Müslümanların bu yaklaşımına sıcaklıkla karşılık vermiştir. Suriye Hıristiyanlarının, Ebu Ubeyde'ye sundukları ve tarihe Ömer Akdi olarak geçen belgede yer alan şu ifadeler dikkat çekicidir:
Gece veya gündüz kiliselerimizi Müslümanlardan esirgemeyeceğiz, onların kapılarını yolculara ve yolda kalmışlara açık tutacağız. Müslüman yolcuyu geleneksel usulümüzle ağırlayacağız ve onları besleyeceğiz. Müslümanları incitmeyeceğiz ve her kim bir Müslüman'ı incitirse kendi haklarını ceza olarak kaybedecektir.77
Kur'an'da bildirilen, "... Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi... " (Hac Suresi, 40) ayetiyle de dikkat çekildiği gibi, Müslümanlar için Kitap Ehli'nin ibadethaneleri Allah'ın adının anıldığı kutsal mekanlardır ve bu mekanların korunması iman edenlerin üzerine bir sorumluluktur. Dolayısıyla, başta Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (sav) dönemi olmak üzere, Dört Halife Dönemi ve daha sonraki İslam idarelerinde Hıristiyanların ve Yahudilerin kutsal mekanları özenle korunmuş, inananların mabetlerinde diledikleri gibi ibadetlerini yerine getirmeleri sağlanmıştır. Örneğin, Hz. Ebubekir döneminde, barışçıl yollarla fethedilen Taberriye şehrinde yaşayan Hıristiyanlara, kiliselerine dokunulmayacağına dair garanti verildiği tarihi belgelerde yer almaktadır. Aynı şekilde, Dımeşk'in fethi sırasında yapılan anlaşmada, kiliselerin yıkılmayacağı ve mesken edinilmeyeceği özellikle vurgulanmıştır. Hz. Ömer'in Kudüs halkına verdiği emannamede de Kitap Ehli'nin ibadethanelerine dokunulmayacağı bildirilmektedir. Hz. Osman döneminde, bir Ermeni kenti olan Debil'in fethi sırasında, şehirde yaşayan Hıristiyanlar, Yahudiler ve Mecusilere verilen emannamede, mabetlerin korunacağı garantisi sunulmuştur. Ayrıca yıkılan kiliselerin onarılmasına, yeni havraların ve manastırların inşa edilmesine de her zaman müsaade edilmiştir. Örneğin, Medain dışında bulunan ve Patrik Mar Amme tarafından daha önce yakılmış olan St. Sergius Manastırı, Hz. Osman döneminde yeniden inşa edilmiştir. Mısır valisi Ukbe'nin Nasturilerin yaptırdıkları bir manastıra yardımda bulunması, Muaviye döneminde Urfa Kilisesi'nin tamir ettirilmesi, İskenderiye'de Marcos Kilisesi'nin inşa ettirilmesi gibi daha pek çok örnek sayılabilir. Günümüzde Filistin, Suriye, Ürdün, Mısır ve Irak topraklarında yer alan kilise ve sinagogların hâlâ varlığını koruyor olması, Müslümanların diğer İlahi dinlere olan saygısının bir göstergesidir. Bugün Hıristiyanlar tarafından önemli ziyaret alanlarından biri olarak kabul edilen Tur Dağı'ndaki Sina Manastırı ve bu kilisenin hemen yanındaki cami, Müslümanların hoşgörüsünün bir diğer örneğidir.
Kitap Ehli geleneklerinin ve inançlarının önemli bir parçası olan bayramlarını da Müslüman idaresinde istedikleri mabette, istedikleri şekilde kutlamışlar, hatta kimi zaman Müslüman idareciler de bu kutlamalarda yer almışlardır. III. Nasturi Patriği'nin yazdığı bir mektup, Müslüman yöneticilerin Kitap Ehli'ne karşı merhametini ve hoşgörüsünü bir Hıristiyan'ın ağzından anlatması bakımından güzel bir örnektir:
Araplar… bizlere hiç zulmetmediler. Gerçekten onlar, dinimize, din görevlilerimize, kilise ve manastırlarımıza hürmet gösterdiler…78
12. yüzyılın ünlü Yahudi seyyahlarından Tudelalı Benjamin ise, Müslüman topraklarını ziyareti sırasında gördüğü hoşgörü ve ortak yaşama kültürü karşısında hayranlığını gizleyemez. Böyle bir hoşgörüye dönemin Hıristiyan Avrupasında rastlamanın mümkün olmadığını ifade eder. Müslümanlar ve Yahudilerin türbelerde ve kutsal mekanlarda bir arada dua ettiklerini belirten Benjamin, sinagogların hemen yanında mescitler inşa edildiğini ve her iki cemaatin de birbirlerinin bayramlarını kutladıklarını anlatmıştır.
Bütün bu tarihi bilgiler açıkça göstermektedir ki, günümüzde bazı çevrelerin telkinlerinin aksine, İslamiyet bir barış ve hoşgörü dinidir. İslam idaresi altında Hıristiyanlar ve Yahudiler diledikleri gibi yaşamışlar, din ve vicdan özgürlüğünün sağladığı tüm imkanlardan faydalanmışlardır.
Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanların idaresinde her türlü özgürlükten en yüksek derecede faydalanma imkanına sahipken, benzer bir hoşgörü ve merhameti diğer dinlerin mensuplarından görmemişlerdir. Milattan sonra ilk yüzyılda Yahudiler Hıristiyanlara karşı baskı uygularken, sonraki yüzyıllarda güçlenen Hıristiyanlar da Yahudilere ve hatta farklı mezheplerden Hıristiyanlara karşı baskı uygulamışlardır. Özellikle Ortaçağ'a egemen olan bu baskı, pek çok Yahudi ve farklı mezhepten Hıristiyan'ın, Müslümanların merhametine ve korumasına sığınmalarına neden olmuştur. İslamiyet'in ilk dönemlerinde Bizanslıların Mısır ve diğer bölgelerdeki Yakubi Hıristiyanlarına karşı; Haçlı Seferleri sırasında Katoliklerin, güzergahları üzerindeki Kudüs ve çevresinde yaşayan Yahudilere ve Ortodokslara karşı; Avrupa'da Hıristiyanların Yahudilere karşı; İspanya'da Hıristiyanların, Müslümanlara ve Yahudilere karşı izledikleri baskı ve şiddet politikasının benzerine İslam topraklarında hiçbir zaman rastlanmamıştır.
Bu hoşgörünün en önemli örneklerinden biri hiç kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu'dur. Antalya Patriği Makarios'un, Ortodokslara zulmeden Katolik Polonyalıları Osmanlı idaresiyle kıyaslayan şu sözleri bu gerçeği gösteren örneklerden sadece bir tanesidir:
O imansızlar tarafından öldürülen binlerce insana, kadın, kız ve erkeklere ağladık. Lehliler Ortodoks adını dünyadan kaldırmak istiyorlar. Allah Türklerin devletini ebedi eylesin. Zira Türkler vergi aldıktan sonra Hıristiyan ve Yahudilerin dinlerine dokunmazlar.79
İspanyol zulmünden kaçan Yahudiler de aradıkları huzuru ve güvenliği yalnızca Osmanlı topraklarında bulmuşlardır. İspanya'dan sürülen ve çeşitli ülkelere sığınan Yahudiler bu topraklarda da çok büyük zorluk ve sıkıntılarla karşılaştılar. Çoğu kentlere girmelerine izin verilmediği için açlık ve susuzluktan şehir girişlerinde hayatlarını kaybettiler. Cenovalıların gemilerinde yolculuk edenler ise, gemi çalışanları tarafından ya zulme uğradılar ya da esir olarak korsanlara satıldılar. İmparatorluğu'nun sınırlarını Yahudilere açan Sultan Bayezit ise, Yahudilere gereken hoşgörü ve özenin gösterilmesi için tüm eyaletlere bir ferman gönderdi. Fermanda, "İspanya Yahudilerini geri çevirmek şöyle dursun, tam bir içtenlikle karşılanmaları; aksine hareket ederek göçmenlere kötü muamele yapacakların veya en ufak bir zarara sebebiyet vereceklerin ölümle cezalandırılacakları..." bildiriliyordu. Dindarlığı ile tarihe geçmiş olan Sultan Bayezit'in bu misafirperverliği ve hoşgörüsü, hiç kuşkusuz Kur'an ahlakına olan bağlılığından kaynaklanıyordu.
Kitap Ehli'nin İslam idaresi altında son derece rahat ve müreffeh bir yaşam sürdüklerinin bir diğer örneği de, Endülüs'teki Müslüman Emevi devletidir. Bu devlette, o dönemin Avrupa'sında eşi görülmemiş yüksek bir medeniyet kurulmuştur. Dini hoşgörü ise bu medeniyetin temel özelliklerinden biri olmuştur. Hıristiyan saldırıları karşısında yüzyıllar içinde küçülen Endülüs'ün son parçası olan Gırnata'da yaşayan Yahudiler için tarihi kaynaklarda yer alan; "Yahudilerin Gırnata'daki muhteşem yaşamlarını görmeyenler görkem nedir bilmiyorlar demektir." ifadesi, dikkat çekicidir. O dönemde Gırnata, Yahudiler için dünyanın en güvenli topraklarıdır.
İslam idaresi ile birlikte ahalisi huzur bulan topraklardan biri de Filistin'dir. Filistin'de yaşayan Yahudi ve Hıristiyan cemaatler, İslam idaresinin olduğu dönemlerde inanç özgürlüğüne sahip olmuş, Müslümanların yönetimi altında huzur ve güvenlik içinde yaşamışlar, ticaret ve zanaatla serbestçe ilgilenmişlerdir. Son olarak Osmanlı İmparatorluğu bölgede 500 yıl boyunca barışı ve güvenliği sağlamış, Osmanlı'nın kurduğu nizamı daha sonra yeniden inşa etmek mümkün olmamıştır. Osmanlı'nın Kudüs ve çevresine getirdiği özgürlük ve hoşgörü İsrail Dışişleri eski Bakanlarından Abba Eban tarafından şu şekilde ifade edilmektedir:
Romalılardan ve her istilacıdan sadece zulüm, kan ve işkenceye layık görülen Kudüs ve Yahudi halkı ancak ve ancak Yavuz Sultan Selim'in Kudüs'ü fethetmesinden ve bu fethin Kanuni tarafından pekiştirilmesinden sonradır ki, insanca yaşamanın, eşitliğin ne demek olduğunu ve huzur tadının ne anlama geldiğini öğrendi.80
Sadece Filistin'de değil, İslam dünyasının dört bir yanında Müslümanlarla Yahudiler ve Hıristiyanlar asırlar boyunca aynı şehirlerde, hatta aynı mahallelerde bir arada huzur ve güvenlik içinde yaşamışlardır. Ehl-i Kitap mensupları, Müslümanların yönetiminde olan bölgelerde, diledikleri gibi ticaretle uğraşıp mal sahibi olmuşlar, çeşitli meslek gruplarına dahil olabildikleri gibi devlet kademelerinde, hatta Saray'da dahi görev almışlardır. Fikir ve düşünce özgürlüğünden en üst düzeyde faydalanmış, ilim ve kültür hayatının bir parçası haline gelmiş ve günümüze kadar gelen eserler bırakmışlardır. Sosyal haklarını kullanmalarına engel olabilecek hiçbir baskı ile karşılaşmadıkları gibi, inanç ve ibadet özgürlüğünden de en üst seviyede faydalanmışlardır. Örneğin Abbasi sarayında görev yapan Hıristiyan doktorların, aileleri ve yanlarında çalışanlar ile birlikte İncil okumalarına, ibadetlerini yerine getirmelerine karışılmadığı, tarihi kaynaklarda yer alan bir bilgidir.
İslam dünyasında bilime ve bilim adamlarına verilen önem, Hıristiyan ve Yahudi bilim adamlarının da bizzat Halifeler tarafından korunmasını sağlamıştı. İslam topraklarında farklı dinlerden bilim adamları devlet yöneticileri tarafından düzenlenen toplantılarda bir araya gelir, ilmi sohbetler düzenlenirdi. Hıristiyan ve Yahudi hekimler, Müslüman meslektaşlarıyla fikir alışverişinde bulunur, dönemin pek çok önemli tıp eseri, Halifenin ya da devlet erkanının huzurunda yapılan toplantı ve tartışmalarda ele alınırdı.
İslam idaresi altında, Kitap Ehli'nin çok canlı bir kültür hayatı vardı. Müslüman devlet adamları, fethedilen topraklardaki kültürel çalışmaları koruma altına alıyor ve bunları İslam İmparatorluğu'nun başkenti olan Bağdat'a getirterek, Müslüman ve Kitap Ehli'nden bilim adamlarının araştırmalarına açıyorlardı. Hıristiyanlar ve Yahudiler de bu araştırmalara dayanarak hazırladıkları eserlerini ve ayrıca kendi dini inançlarını halklarına öğretmek için hazırladıkları çalışmaları diledikleri gibi çoğaltıp dağıtabiliyorlardı. Müslümanların bilimi ve fikir özgürlüğünü destekledikleri böyle bir dönemde, Hıristiyanlığın merkezi konumundaki Avrupa'da ise engisizyon mahkemeleri insanları düşünce ve inançlarından dolayı diri diri yakarak idam ettirebiliyordu.
Müslüman liderlerin adalet anlayışı, kimi Yahudi ve Hıristiyanların, kendi kanunlarının geçerli olduğu mahkemeler olmasına rağmen, davalarının İslam mahkemelerinde görülmesini istemelerine de neden olmuştur. Bir dönem İslam mahkemelerine başvuran Hıristiyanların sayısındaki artış nedeniyle, Nasturi Patriği Timasavus Hıristiyanları uyaran bir bildirge yayınlama ihtiyacı hissetmiştir.
İslam tarihinde görülen bu eşsiz hoşgörü ve adalet anlayışının temeli elbette Kur'an ahlakıdır. Kur'an ahlakını uygulayan Müslümanların idaresindeki topraklarda her zaman güvenlik, adalet ve barış hakim olmuştur. Halkın mutluluğunu ve refahını esas alan bu yönetimler, kendilerinden sonra gelen pek çok nesile örnek olacak bir sistem kurmuşlardır. Günümüzde de merhameti, şefkati, adaleti, anlayışı, tevazuyu, sabrı, fedakarlığı, özveriyi emreden gerçek Kur'an ahlakının İslam dünyasında yaygınlaşmasıyla hem Müslümanların, hem de gayri Müslimlerin huzur ve güvenlik bulacakları bir düzenin inşa edilmesi mümkün olacaktır.
Fetihlerle kazanılan topraklarda yaşayan Kitap Ehli, esir statüsünde değil, zımmi statüsünde görülüyor ve böylece önemli hukuki haklar kazanmış oluyorlardı. Zımmilik, cizye adı verilen belirli bir miktar vergiyi ödeyen ve Müslüman idaresini tanıyan gayri Müslimlere tanınan bir statü idi. Buna bağlı olarak can ve mal güvenceleri sağlanıyor, din ve vicdan hürriyetinden faydalanıyorlar, askerlikten muaf tutuluyorlar, aralarındaki anlaşmazlıkları kendi hukuklarına göre çözme hakkını koruyorlar ve eğer gerekli görülürse ödedikleri cizye de kimi zaman iade ediliyordu.
Gayri Müslimlerden cizye vergisinin alınması kimi zaman yanlış yorumlanmakta, sözde bir adaletsizlik olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu ön yargılı ve yanlış bir yorumdur. İslam idaresinde Müslüman halktan cizye vergisi alınmamaktadır, çünkü onlara da askerlik yapma yükümlülüğü getirilmiştir, gayri Müslimler ise bu yükümlülükten muaf tutulmuştur. Bunun dışında, gayri Müslimlerden alınan cizye vergisi yine gayri Müslimlerin haklarının ve geleceklerinin korunması, muhtaç durumdaki gayri Müslimlerin bakılıp korunması için kullanılmıştır. Zımmilik statüsünü ve Müslüman idarecilerin cizye ile ilgili uygulamalarını incelediğimizde, kimi ön yargılı değerlendirmelerin gerçekten uzak oldukları bir kez daha görülecektir.
Peygamber Efendimiz (sav), "her kim zımmiye zulmeder veya taşımaktan aciz olduğu yükü yüklerse, o kimsenin hasmıyım" diyerek zımmilere gösterilmesi gereken tavrı müminlere tarif etmişti. Bu ahlak doğrultusunda Müslümanlar, kendi idareleri altındaki gayri Müslimlerin korunmasını önemli yükümlülüklerinden biri olarak görmüşlerdir. Müslümanların hukuk anlayışlarına göre, zımmiler devlet tarafından korunması gereken bazı haklar kazanmış bir kesimdir. Hz. Ömer döneminde Hira Hıristiyanları ile Müslümanlar arasında yapılan anlaşmada yer alan "Şayet onlardan biri güçten düşer ve yaşlanırsa veya hastalıktan acı çekerse veya zengin iken yoksullaşırsa, o ve ailesi İslam toprakları içerisinde bulundukları sürece beytü'l-maldan (kamu hazinesi) yardım görecektir" maddesi, İslam idaresinin zımmilere karşı bakış açısını gösteren önemli örneklerden biridir. Gayri Müslimlerin, vergilerini ödeyemeyecek durumda olduklarında da, devlet hazinesinden yardım görmeleri ve sıkıntılarının giderilmesi için devletin kendilerine yardım etmesi önemli bir husustur. Şam halkıyla yapılan anlaşma öncesinde Hz. Ömer'in yaptığı açıklama, cizye ve gayri Müslimler konusunda Müslümanların hassasiyetini göstermesi açısından önemlidir:
Allah'ın lütfettiği toprakları insanların ellerinden almayın ve Allah'ın Kitabında belirttiği gibi güçlerine göre cizye koyun. Şayet cizye onlar tarafından ödenirse daha fazlasını istemeyin... Toprakları kendi aramızda paylaşırsak evlatlarına hiçbir şey kalmayacaktır. Eğer topraklar asıl sahiplerine bırakılırsa Müslümanlar onların ürettiği ile yaşayabilirler. Onların üzerine cizye koyabilirsiniz, ama asla onları esir alamazsınız. Onları incitecek ya da onlara zarar verecek haksızlığı yapamazsınız ve üzerinde hakkınız olmadıkça onların mallarını alamazsınız. Onlarla yaptığınız anlaşmalarla kabul ettiğiniz yükümlülükleri yerine getirmek zorundasınız.81
Görüldüğü gibi Kur'an ahlakına uyan samimi Müslümanlar, gayri Müslimlerin mal ve can güvenliğini, huzurunu korumayı bir yükümlülük olarak görmüşlerdir. Bizans ordusu ile yapılan bir savaş sırasında, İslam ordularının Hıristiyanlara gerekli korumayı sağlayamayacakları bir ortam oluştuğunda, aldıkları cizyeyi onlara iade etmeleri Peygamberimizin (sav) Müslümanlara öğrettiği İslam ahlakının güzel örneklerinden bir diğeridir.
Geçmişte İslam dünyası ve Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında kurulan dostane ilişkiler, günümüz için de önemli bir örnektir. Gerçek İslam ahlakı, farklı dinlere ve inançlara mensup kimselere hoşgörü ile yaklaşmayı, onların değerlerine ve inançlarına saygı göstermeyi, birarada huzur içinde yaşanabilecek bir ortam tesis etmeyi gerektirir. Dolayısıyla bu ahlakın yaygınlaşması ve böylece İslam adına ortaya konan -ancak İslam ahlakı ile hiçbir ilgisi bulunmayan- bazı çarpık modellerin tedavi edilmesi için gösterilen çaba, dünya barışının sağlanmasında çok önemli bir adım olacaktır.
Müslümanların hoşgörü ve anlayışının, samimi olarak iman eden Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından da aynı şekilde karşılık bulması gerekir. Çünkü Allah, Yahudi ve Hıristiyanlara da diğer insanları sevmelerini, iyiliğin ve barışın öncüsü olmalarını emretmiştir.
Bediüzzaman, Müslümanlar ve Hıristiyanların temel konularda bir araya gelerek ihtilaflı meseleleri gündeme getirmeme teklifini getiren bir inanç adamıdır. O, 1946'da, İkinci Dünya Savaşının hemen ardından "Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyan'ın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor."82 tespitinde bulunmuştur.
Said Nursî için insanın mutluluğunun ve ahlâken müstakim oluşunun düşmanı, imansızlık, dinsizliktir. Müşterek bir düşmanla, "mütecaviz dinsizler"le yüzyüze gelen Müslümanlar, Said Nursî'ye göre, "değil yalnız kendi dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, ... ittifaka muhtaçtırlar."83
Müslümanlar ve Hıristiyanların küfr-ü mutlaka karşı yapılacak ittifak teklifi çok önemlidir. Kur'an bu bağlamda Müslümanlara şunu emreder: De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: 'Sahit olun biz Müslümanlarız'84
Bir başka ayette de: İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur'85 diye buyrulmaktadır.
İslam tarihinde sözkonusu ittifak Hz. Peygamber ve ashabı tarafından oluşturulmuştur. Mekke'deki müşriklerin baskısı altında iken Habeşistan'a yani Etiyopya'ya Cafer b. Ebi Talip'in öncülüğünde bir grup Müslüman göç etmişlerdir. Ancak müşrikler karşı önlem olarak Amr bin As öncülüğünde bir heyeti Necaşi'ye gönderdiler. Müslümanlar ve müşrikler Necaşi'nin tahtı önünde davalarını savundular ve farklılıkları hususunda tartıştılar. Bunun üzerine Necaşi Müslümanlara Hz. İsa ve Hıristiyanlık konusundaki görüşlerini sordu. Bunun üzerine Cafer b. Ebi Talip, Meryem Suresi'nden, Hz. İsa'nın doğumunu anlatan bir bölüm okudu. Necaşi duygulanarak ağlamaya başladı. Kur'an'da bu hususta aşağıdaki ayetler yer almaktadır: İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Biz Hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar. Peygamber'e indirileni (Kur'an) dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar: "Ey Rabbimiz iman ettik, bizi de şahitlerden yaz" derler. "Hem biz Rabbimizin bizi iyi kişilerle birlikte (cennete) sokmasını arzulayıp dururken, neden Allah'a ve hak olarak bize gelen şeylere inanmayalım!86
Hazret-i Peygamber de Bir hadiste, "Gelecekte sizler Rumlar ve Romalılarla barış yapacaksınız. Bu size barış ve güvenliği sağlayacaktır. Ve sizler müşterek düşmanınıza karşı savaşacaksınız." buyurarak ittifak yoluna işaret etmektedir.87 Bu sebeple geçici olarak tartışmayı ve aramızdaki görüş ayrılıklarını bir kenara bırakıp, müşterek düşmanımız olan küfr-ü mutlaka karşı mücadele etmeliyiz.
Bediüzzaman, Hıristiyanlarla uzlaşma ve dostluk inşası yönünde kendi kişisel gayretlerini de ortaya koyarak 1950'de, Roma'ya, Papa XII. Pius'a, Risale-i Nur Külliyatı’nı göndermiş ve cevaben, 22 Şubat 1951'de, şahsî bir teşekkür mektubu almıştır. Bu olay, İkinci Vatikan Konsülünde Katolik Kilisesinin Müslümanlara duyduğu saygı ve hürmeti ilan ve de İslâm'ın gerçekten bir selamet ve necat yolu olduğunu beyan etmesinden yalnızca on yıl önce vuku bulmuştur.88 Said Nursî, aynı şekilde, 1953'te, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında mütecaviz dinsizliğe karşı işbirliği temini için, İstanbul'da Patrik Athenagoras'ı ziyaret etmiştir.
Bediüzzaman, "Bir Müslüman bir Yahudi veya Hıristiyan'ı sevebilir mi?" sorusunu gündeme getirir ve cevaben, Müslüman bir erkeğin Kitap Ehli bir kadınla evlenebilmesi örneğini verir. "Ehl-i Kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin."89 Onun Hıristiyanlarla dost olunabileceği tezi, şeriatın bir Müslüman erkeğe bir Yahudi veya Hıristiyan kadınla evlenmesine izin verdiği gerçeğine dayanmaktadır -ki, insan eşini sever, sevmesi de gerekir.Demogoji yapıyor.
Bediüzzaman, Hz. Muhammed'in kıyametin vukuundan önce Hz. İsa'nın dönüşü ile ilgili hadis rivayetlerinin sıhhatini kabul eder. "Madem Kadîr-i Külli Şey va'detmiş, elbette yapacaktır," Hz. İsa'yı gönderecektir. Halihazırda, İsa aleyhisselam, İdris aleyhisselam gibi, "cism-i dünyevîsiyle beraber semavatta" bulunur. Fakat, ahir zamanda, Deccal'a karşı mücadele etmek ve onu öldürmek üzere yeryüzüne geri dönecektir.90 İlgili hadisin anlamı, Said Nursî'nin söylediği üzere, şahs-ı manevî kavramı muvacehesinde anlaşılmalıdır.
Bu bakımdan, Said Nursî'nin Hıristiyanlıkta vuku bulmasını beklediği tasaffi, yani arınmanın türü, Hıristiyanların İslâm'a girmek için dinlerini terketmesi değil; ondan ziyade, onların hayır olan şeye zaten sahip olan dinlerini tamamlamaları, kemale erdirmeleridir. Ehl-i Kitabı muhatap alan bir Kur'an âyetini tefsir bâbında Bediüzzaman, "Kur'an ... size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'an, ... tadil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir."91 der.
Bediüzzaman, meşhur Hutbe-i Şâmiye'sinde, medeniyetin üzerinde inşa olunacağı dördüncü kelimenin muhabbet (sevgi) olduğunu söyler. "Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır."92 O, bunları söylerken, "Husumet ve adavetin vakti bitti" hükmüne ulaşmıştır.
Yahudilik İçin Kaynaklar:
Albo, Yosef, Sefer Ha-İkkarim, İbranîce-İngilizce, Tahkikli İbranice Metni İngilizce Tercümesiyle Birlikte Neşreden: Isaac Husik, Philadelphia 1946 (IV cilt).
Birnbaum, Philip, Encyclopedia of Jewish Concepts, New York 1991.
Casper, Bernard M., An introduction to the Jewish Bible, Gr Britain 1960.
David J. Goldberg-John D. Rayner, The Jewish People: Their History and Their Religion, Gr. Britain 1987.
Dynamic Judaism: The Essential Writings of Mordechai Menahem Kaplan, derleyen: Emanuel S. Goldsmith-Mel Scutt, New York 1985, sf. 241.
Einstein, Ira, Judaism Under Freedom, New York 1956.
El-Kirkisanî, Yakub, Kitabu'l-Envâr ve'l-Merakıb, Leningrad Devlet Halk Kütüphanesi ve British Museum'daki Yazmalardan Tahkik Edip Neşreden: Leon Nemoy, The Alexander Kohut Memorial Foundation, New York 1939.
Eliyahu Rabah, (Tanna de be Eliyahu, İbranice'den İngilizceye Çev: William G. Braude-İsrael J. Kapstein, Philadelphia 1981, içinde)
Gaon, Saadya,The Book of Beliefs and Opinions, Arapça ve İbranice'den çev: Samuel Rosenblatt, Yale Judaica Series, New Haven 1976.
Gerim, (Mesaktot Kıtanot, İbranice-İngilizce, İngilizce Çevirinin Editörü: Avraham Kohen, Soncino Press, London 1984, içinde).
Goitein, S.D., Jews and Arabs: Their Contacts Through the Ages, New York 1955.
Halevi, Yehuda, Khuzari, İngilizceye çev: Hartwig Hirschfeld, Shocken Books, New York 1964.
İbn Habib, Yaakov, En Yaakov, İbranice-İngilizce, İngilizce'ye Çev: S.H. Glick, New York 5682 (V cilt)
Jacobs, Louis, Jewish Law, New York 1968.
Kaplan, Aryeh, A Handbook of Jewis Thought, Jerusalem 1979.
Kaplan, M. Menahem, Judaism As A Civilization, The Jewish Publication Society of America And The Reconstructionist Press, USA 1981.
Kaplan, M. Menahem, The Future of American Jew, New York 1949.
Kolatch, Alfred J., The second Jewish Book of Why, New York 1985.
Maimonides, Mişne Tora, giriş ilavesiyle İngilizçeye çev: Philip Birnbaum, New York 1974.
Milon İvrî-Angli/Angli-İvrî, Hazırlayan: Dov ben Abba, New York 1977.
Neusner, Jacob, Judaism in the Secular Age, London 1970.
Newman, Yacov-G. Sivan, Judaism A-Z, Jerusalem 1980.
Parker, James, The Conflict of the Church and the Synogugue, USA ?
Rudasky, David, Modern Jewish Religious Movements, A History of Emancipation and Adjustment, New York 1967.
Schoeps, Hans Joachim, The Jewish-Christian Argument: A History of Theologies in Conflict, İngilizceye çeviren: David Green, Faber & Faber, London 1963.
Siddur Sefaradî, İbranice-İngilizce, İngizce'ye Çev: Rabbi Nosson Scherman, The Art Scroll Mesorah Series, Brooklyn 1990.
Sifre on Deuteronomy, Giriş ve Notlarla İbranice'den Çev: Reuven Hammer, USA 1986.
Strack, Hermann L., Introduction to the Talmud and Midrash, New York 1983.
Talmud Bavlî (TB), İbranice-İngilizce, İngilizce çevirinin editörü Yehezkel (İzidor) Epstein, Soncino Press, London 1984-1990.
The Judaism, Editör: Arthur Hertzberg, USA 1963.
Trepp, Leo, A History of the Jewish Experience, New York 1973, sf. 284.
Wyschogrod, Michael, "Musevilik Açısından İslâm ve Hıristiyanlık", İbrahimî Dinlerin Diyaloğu, çev: Mesut Karaşahan, İstanbul 1993.
Yanaroacak, Sara, "Tarihte Varlığımızı Yönlendirenler", Şalom, 5 Haziran 1996.
Zohar, Aramca ve İbranice'den İngilizce'ye Çev: Harry Sperling- Maurice Simon, Soncino Press, New York 1984.
Dipnotlar
1. Al-i İmran/85.
2. Araf/158.
3. Sebe/28.
4. Bakara/285.
5. Midraş Rabah, Bereşit Rabah, 34:8.
6. Asıl Adı Moşe ben Meymun'dur. İslâm dünyasında Musa bin Meymun olarak bilinir. XII. Yüzyılda Endülüs'te yetişmiş olan Maimonides, felsefe, kelam ve hukuk ilimlerinde otorite bir isimdir. Onun belirlemiş olduğu on üç maddelik iman esası Ortodoks Yahudiliğin iman esasları olarak bugün de geçerliliğini sürdürmektedir. Mora Nevukhim (Delâletü'l-Hâirîn) isimli kelam kitabı ile, Mişne Tora isimli hukuk kitabı Yahudi klasiklerinden sayılır.
7. Maimonides, Mişne Torah, Melakhim 9:1.
8. Maimonides, Mişne Torah, Melakhim, 8:11
9. Alfred J. Kolatch, The second Jewish Book of Why, New York 1985, s. 99.
10. Philip Birnbaum, Encyclopedia of Jewish Concepts, New York 1991, s. 92.
11. The Judaism, Editör: Arthur Hertzberg, USA 1963, s. 14-15.
12. Eliyahu Rabah, (Tanna de be Eliyahu, İbranice'den İngilizceye Çev: William G. Braude-İsrael J. Kapstein, Philadelphia 1981, içinde) 9.
13. II. Samuel, 7:19.
14. İşaya, 26:2.
15. Mezmurlar, 118:20.
16. Hertzberg, s. 16.
17. Ordotodoks dua kitabında (siddur) bu konuda şöyle bir dua cümlesi yer almaktadır: "Hamd sana alemlerin kralı Rabbimiz Yehova, ki, bizi goy yaratmadın" (bkz. Siddur Sefaradî, İbranice-İngilizce, İngizce'ye Çev: Rabbi Nosson Scherman, The Art Scroll Mesorah Series, Brooklyn 1990, s. 20).
18. Yosef Albo, Sefer Ha-İkkarim, İbranîce -İngilizce, Tahkikli İbranice Metni İngilizce Tercümesiyle Birlikte Neşreden: Isaac Husik, Philadelphia 1946 (IV cilt), I:25.
19. Tesniye, 23: 3-8.
20. Tesniye, 23: 3-4. Tevrat'taki bu hüküm, daha sonra Mişna bilgini Rabbiler tarafından iptal edilmiştir. Mişna'nın Yedayım bölümünde anlatıldığına göre, Yahudiliğe ihtida eden bir Ammonî cemaate katılmak istemiş, katı nasçı Rabban Gamaliel, Tevrat'taki hükmü delil getirerek, cemaate katılmasının mümkün olmadığını söylemiştir. Orada bulunan Rabbi Yeşu ise katılabileceğini, çünkü Musa zamanındaki Ammonîlerle o günkü Ammonîlerin aynı olmadığını, milletler arasında nesil karışıklığının meydana geldiğini belirtmiştir. Tartışma neticesinde, Ammonî'nin cemaate katılmasına müsaade edilmiştir (bkz. Mişna, Yedayım, IV:4).
21. Tesniye, 7:1-4; 20:16-17.
22. Tesniye, 23:7-8.
23. Hans Joachim Schoeps, The Jewish-Christian Argument: A History of Theologies in Conflict, İngilizceye çeviren: David Green, Faber & Faber, London 1963, s. 12.
24. Bkz. Ester, 8:17. Burada, "Yahudi oldular anlamında", "mityahdim" kelimesi kullanılmaktadır.
25. Talmud Bavlî (TB), İbranice-İngilizce, İngilizce çevirinin editörü Yehezkel (İzidor) Epstein, Soncino Press, London 1984-1990, Pesahim 87b; İbn Habib, Yaakov, En Yaakov, İbranice-İngilizce, İngilizce'ye Çev: S.H. Glick, New York 5682 (V cilt), Pesahim 87b.
26. Mişna yorumcusu Amoraim'in dördüncü neslinden olup Filistin ekolündendir. Bkz. Hermann L. Strack, Introduction to the Talmud and Midrash, New York 1983, s. 128.
27. Bkz. Schoeps, s. 12.
28. TB, Yevamot 47a; En Yaakov, Yevamot 47a.
29. TB, Yevamot, 47a-47b; En Yaakov, Yevamot, 47a-47b.
30. Bkz. Hertzberg, s. 16-17.
31. Albo, I: 25.
32. Albo, I: 26.
33. Alman Yahudilerinden Moses Mendelssohn (1729-1786), Reformist Yahudilik hareketinin öncüsüdür.
34. David Rudasky, Modern Jewish Religious Movements, A History of Emancipation and Adjustment, New York 1967, s. 61-62. Modern Yahudiliğin bu konudaki anlayışı hakkında ayrıca bkz. Michael Wyschogrod, s. 35-37.
35. Leo Trepp, A History of the Jewish Experience, New York 1973, s. 284.
36. 1983'de 103 yaşında ölen Mordecai Menahem Kaplan, Muhafazakar Yahudilik akademisi "The Jewish Theological Seminary of America"da uzun süre görev yapmış ve daha sonra bu hareketten ayrılarak kendi fikirleri çerçevesinde,1968'de, Yeniden yapılanmacı (Reconstruction) adını verdiği hareketi kurmuştur. Yeniden yapılanmacı Hareket, benimsediği ilkeler itibariyle, yelpazede Muhafazakar Yahudiliğin solunda, Reformistliğin sağında yer almıştır.
37. Dynamic Judaism: The Essential Writings of Mordechai Menahem Kaplan, derleyen: Emanuel S. Goldsmith-Mel Scutt, New York 1985, s. 241.
38. Kaplan, Judaism As A Civilization, The Jewish Publication Society of America And The Reconstructionist Press, USA 1981, s. 414.
39. Kaplan'ın bu görüşü, Yenidenyapılanmacı Mezhebin dua kitabı Siddur'da, temel prensip olarak yeralmıştır (bkz. Rudasky, s. 360).
40. Kaplan, The Future of American Jew, New York 1949, 382. Kaplan'ın bu görüşlerini damadı Ira Einstein da aynı şekilde savunmuştur (bkz. Einstein, Judaism Under Freedom, New York 1956, s. 70).
41. Rosenberg, sf. 84; Newmann-Sivan, s. 203.
42. Tsefanya, 3:9.
43. Wyschogrod, s. 41
44. Rosenberg, s. 84.
45. J. Neusner, Judaism in the Secular Age, London 1970, s. 71.
46. Rosenberg, s. 84.
47. Trepp, 136-137.
48. Hıristiyan sansüründen geçen nüshalarda bu kısım yoktur. Sanhedrin 107b'nin sansürlü basılı metinlerinde gösterilmeyen kısmında Nasıralı İsa'nın büyü yaptığı ve İsraili saptırdığı yer almaktadır (Bkz. TB, Sanhedrin 107, C2.diprot)
49. TB, Sanhedrin, 43a.
50. TB, Sanhedrin, 43a
51. TB, Şabat, 116a. Minim kelimesiyle Hıristiyanların da kasdedildiği hakkında (bkz. Schoeps, s. 14).
52. "Gillayon", İbranicede, sahife, kopya, levha ve vahiy gibi anlamlara gelmektedir (bkz. Milon İvrî Angli/Angli-İvrî, Hazırlayan: Dov ben Abba, New York 1977, s. 35).
53. TB, Şabat 116a. Daha sonra Yahudiler tarafından Hıristiyan İncilleri için kötü, şeytanî, günah kaynağı anlamlarına gelen "aven" ile "gillayon" kelimeleri birleştirilerek "Aven-Gillayon" denmiştir (bkz. James Parker, The Conflict of the Church and the Synogugue, USA ?, s. 109).
54. TB, Şabat 116a. Talmud'un aynı yerinde, Hıristiyanlarla Mecusiler mukayese edilir; bir rabbinin bir Be-Abadan'a (Mecusi mabedi) giremeyeceği , özellikle bir Be-Nizrefe'ye (Hıristiyan mabedi) hiç girmemesi gerektiği, bunun karşılığında sıradan bir Yahudinin bir Be-Nizrefe'ye giremiyeceği, fakat bir Be-Abadan'a girebileceği hükmü verilir (TB, Şabat, 116a). Burada, Hıristiyanların Mecusilerden daha tehlikeli olduğu vurgulanmaktadır.
55. Kolatch, s. 72.
56. Ezekiel 18:3-17
57. Yahudiler bu anlayışlarını Mika'daki şu cümleye dayandırırlar: "Çünkü bütün kavimlerin her biri kendi ilahının ismiyle yürüyor; fakat biz daima ve ebediyyen Allahımız Rabbin ismi ile yürürüz" (Mika, 4:5).
58. Trepp, s 133-135.
59. Schoeps, s. 15.
60. Wyschogrod, s. 39.
61. Kolatch, 92.
62. Tekvin, 17, 21.bâblar.
63. Sifre on Deuteronomy, Giriş ve Notlarla İbranice'den Çev: Reuven Hammer, USA 1986, Piska 343.
64. Zohar, Şemot, II: 17a.
65. Zohar, Şemot, II: 17a
66. Bernard M Casper, An introduction to the Jewish Bible, Gr Britain 1960, s. 36. Bu konuda ayrıca bkz. S.D.Goitein, Jews and Arabs: Their Contacts Through the Ages, New York 1955, s. 62-63.
67. TB. Şabat, 11a.
68. Mercury, tanrıların elçisi ve ölülerin ruhlarının rehberi olan bir Roma tanrısıdır. O, aynı zamanda seyyahların da koruyucusudur. Bu yüzden, onun mabetleri yol güzergâhlarında bulunurdu. Yolcular bu mabetlere taşlar atarak Mercury'ye bağlılıklarını bildirirlerdi. Obadiah'ın hocası, Müslümanların Mekke'de şeytan taşlama ritüelini bu Roma tanrısına yapılan ritüel ile aynı görmüş ve bu yüzden Müslümanları putperest olarak telakki etmiştir.
69. Süleyman'ın Meselleri, 26:5.
70. Mezmurlar, 144:8.
71. Tsefanya, 3:13.
72. Rosenberg, s. 83.
73. Şalom, yıl 47, sayı, 2346. 24 Ağustos 1994.
74. Kasas Suresi, 56.
75. Bakara Suresi, 256.
76. Bakara Suresi, 62.
77. Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 223.
78. Frend, 289; Hamidullah, İslam Peygamberi, II. 920; Levent Öztürk, Asr-ı Saadetten Haçlı Seferlerine Kadar İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İz Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 55.
79. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1969, s. 193.
80. İlhan Bardakçı, "Biz Hiç Irk Olmamışız", Tercüman, 7 Mayıs 1983.
81. Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 216.
82. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, I/202.
83. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, 146; Sincerity and Brotherhood, İstanbul, 1991, s. 13.
84. Al-i İmran, 64.
85. Ankebut,46.
86. Maide, 82-84.
87. İbnu Mace, 4089; Ebu Davud, cihad 156; Melahim, 2,
88. Şükran Vahide, Bediuzzaman Said Nursi, s. 344.
89. Bediüzzaman Said Nursi, Münâzarat, s. 26-27.
90. Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbat, s. 6.
91. Bediüzzaman Said Nursi, İşâratü'l-İ'caz, İstanbul, 1978, s. 55-56.
92. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şâmiye, İstanbul, 1996, s. 49.
https://scontent-b-ams.xx.fbcdn.net/hphotos-prn1/t1/1551771_706208952744994_1409315751_n.jpg



Bismillah, el-Hamdulillah...


Said Nursi, kimilerine göre Alim, Mücahid ve Müctehid iken, Tevhidi bilen kimilerine göre de Büyük Müşrik, Yüce Zındık olarak tanınır...

Said, kendi risalelerinde, birçok yerde, yazdığı risaleleri kendisinin yazmadığını O'na yazdırıldığını söylemiştir...

Mesela örnekler;
- Bana ihtar edildi, ben de yazdım.
Kaynak: Risale-i Nur-Kastamonu Lahikası / Sayfa: 138 / 27. Mektuptan / Aziz, Sıddık, Sebatkar, Metin Kardeşlerim / Yeni Asya Neşriyat
- İhtiyarım(iradem) haricinde olarak uzun yazdırıldı; hikmetini de anlamadık, ‘Belki bir hikmeti var’ diye, öylece bıraktık.
Kaynak: Risale-i Nur-Kastamonu Lahikası / Sayfa: 102 / Yeni Asya Neşriyat
"üç dinden herhangi bir dine inanmak yeterlidir. Mühim olan kelime-i tevhid inancıdır. Hz. Muhammed'i kabul ve tasdik etmek ise şart olmayıp bir kemal mertebesidir"
M.F.G.

Manevi bir elektrik olan Resaili'n- Nur dahi, ne şarkın malumatından, ulumundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki SEMAVİ OLAN KUR'AN'IN, ŞARK VE GARBIN FEVKINDEKİ YÜKSEK "MERTEBE-İ ARŞISİNDEN İKTİBAS EDİLMİŞTİR." 1.Şua, risale-i nura bakan 5.cümlesi sayfa 672 şahdamar yayınları.... ...(zümer 1.ayet) Cümlesinin sarih bir manası, asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin'in nüzulu olduğu gibi, mana-yı işarısiyle de "her asırda o "KİTAB-I MÜBİN'İN MERTEBE-İ ARŞİYESİNDEN ve mucize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarıkiyle onun gizli hakikatleri ve hakikatlerinin burhanları iniyor, nüzul ediyor" 1.Şua, izahtan evvel mühim bir 'ihtar!', 3. nokta sayfa 692 şahdamar yayınları..... MERTEBE-İ ARŞIŞİNDEN İKTİBAS, yani Kuran'ın alındığı yerden alındı diyor... Kuran; Allah katındandır ve Allah'ın kitabıdır. Risale bu durumda Allah'ın kitabı olmaz mı? Peki kitap kimlere verilir... "Vay o kimselere ki, elleriyle Kitab’ı yazarlar, sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, “Bu, Allah’ın katındandır” derler. Vay ellerinin yazdıklarından ötürü onların hâline! Vay kazandıklarından dolayı onların hâline! " BAKARA 79.AYET "Onlardan (Kitap ehlinden) bir grup var ki, Kitab’dan olmadığı hâlde Kitab’dan sanasınız diye (okudukları) Kitap’tanmış gibi dillerini eğip bükerler ve, “Bu, Allah katındandır” derler. Hâlbuki o, Allah katından değildir. Bile bile Allah’a karşı yalan söylerler." AL-İ İMRAN 78.AYET. "Allah’a karşı yalan uyduran veya kendine bir şey vahyedilmemişken, “Bana vahyolundu” diyen, ya da “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim” diye laf eden kimseden daha zalim kimdir? Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, “Haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz, ve O’nun âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız” diyecekleri zaman hâllerini bir görsen!" Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geldiniz. Size verdiğimiz dünyalık nimetleri de arkanızda bıraktınız. Hani hakkınızda Allah’ın ortakları olduğunu zannettiğiniz şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz? Artık aranızdaki bağlar tamamen kopmuş ve (Allah’ın ortağı olduklarını) iddia ettikleriniz, sizi yüzüstü bırakıp kaybolmuşlardır". EN'AM 93-94. AYETLER
 
ENİKLERİNDEN KESİTLER..
DİALOG DELİL


Bediüzzaman Said Nursi ve Dinler Arası Diyalog
Bediuzzaman Said Nursi and the Interreligious Dialogue
Hüdaverdi Adam
Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim
Din, akıl sahiplerini kendi hür iradesiyle akıllarına kapı açıp, iradelerini ellerinden almadan en iyiye, en doğruya ve en güzele ulaştıran ilahi bir kanunlar mecmuasıdır. Dinin kurucusu muhatapları ise akıl sahibi bütün insanlardır. Dinin gayesi, insanları dünya ve ahirette mutlu kılmaktır.
Dinler genel olarak üç kısma ayrılır.
1. Hak Din, İlahi Din veya Semavi Din: Bir peygamberin, Allah'tan vahiy yoluyla aldığı ve insanlara tebliğ ettiği hükümler ve düsturlar demektir.
2. Aslı Bozulmuş Dinler: Aslı bakımından birer gerçek din iken, sonradan bozulmuş dinlerdir. Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi. Bu dinlerde ilah inancından da, tevhid akidesinden de uzaklaşma görülür.
3. Batıl Dinler: Bunlar asılları bakımından tevhid inancı ile ilgisi bulanmayan dinlerdir. Bunların kaynağı vahiy değil, insandır. Hinduizm, Budizm, Mecusilik gibi.
Hak dinlerin farklı hükümleri olmakla birlikte, ittifak ettiği noktaları da vardır. Bütün semavi dinlerin birer tebliğcisi, hak peygamberi vardır. Allah'ın birliğine, eşi ve benzeri olmadığına, ahirete, öldükten sonra dirilmeye, meleklere iman, insanlar arasında eşitlik, kardeşlik, doğruluk, adaleti tesis etmek ve insanlığı mutluluğa ulaştırmak gibi özellikler ancak ve ancak hak dinlerin ortak özelliklerindendir.
Hz. Muhammed (s.a.v.) son peygamber olduğu gibi, getirdiği İslamiyet de son dindir. Âdem (a.s.)'la başlayan ve Allah'ın birliği esasına dayanan tevhid dini, gelişe gelişe İslamiyet'le olgunlaşarak tamamlanmıştır. Artık bundan sonra yeni bir din gelmeyecektir.
Hak dinlerde maslahat gereği, toplumun varlığını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerler vardır. Aklın, dinin, nefsin, neslin, malın korunması zaruridir. Bunlar yitirildiği takdirde hayatın düzeni yok olur, anarşi kol gezer, bozgunculuk ve kötülükler her tarafa yayılır. Muhabbet, bereket, itimat yok olur. Ahiretteki ebedi saadet yitirilmiş olur. Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de "Kim İslamiyet'ten başka bir din ararsa bilsin ki, kendisinden asla kabul edilmez." buyurur.1
İslam evrensel bir dindir. İslam son din olduğu gibi aynı zamanda tüm insanlığın da dinidir. Allah Kur'an-ı Kerim'de: "Ey Muhammed de ki: Ey İnsanlar! Doğrusu ben, Allah'ın hepiniz için gönderdiği Peygamberiyim."2 ve "Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir."3 buyurur.
Yahudi ve Hıristiyanların kitap ehli olduklarını açıklayan Kur'an-ı Kerim, bu iki dinin orijinal hallerindeki yapıları itibariyle hak din İslam olduğunu vurgulamıştır. İman bir bütündür. Bölünmeyi kabul etmez. Kur'an ifadesiyle: "Mü'minlerin her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. 'Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmazlar."4
İslam diğer dinlere ve diğer din mensuplarına böyle bakar ve yaklaşırken onların İslam'a bakışları, hatta genel anlamda diğer din ve inanç mensuplarına bakışları nasıldır?
Yahudiliğe Göre Yahudi Olmayanlar
Yahudi olmayanlar, dinî inançlarına göre "Nuhîler" ve "Putperestler" olarak iki kısımda mütâlâa edilir. Nuhîler, Nuh'un tevhid esasına dayalı yedi temel kanununu benimseyen ve uygulayan kimselerdir. Bunların dışında kalanlar ise putperesttir.
Söz konusu Nuhîliğin temeli Tevrat'a dayanır. Tekvin'in tefsiri olan Bereşit Rabah'da bunların hepsi detaylı olarak verilmektedir.5 Bu kanunlar, şunlardır:
1. Putperestlikten kaçınmak,
2. Küfürden kaçınmak,
3. Zinadan, özellikle akrabalar arası zinadan kaçınmak,
4. Adaleti sağlayacak adalet kurumlarını oluşturmak; bütün münasebetlerde adil ve dürüst olmak,
5. Kan dökmemek,
6. Hırsızlık yapmamak,
7. Canlı hayvandan et koparıp yememek.
Maimonides'in6 (MS1135-1204) belirttiğine göre bu yedi kanunun altısı daha önce Adem'e verilmiş, canlı hayvandan et koparıp yememe kanunu, Nuh'un dinine ilave edilmiştir.7 Maimonides, Tekvin'in 9. bâbından çıkarılan Nuh'un yedi kanununa Yahudi olmayanların uymakla zorunlu olduğunu belirtir ve uyanları "hasid" (dindar) olarak değerlendirir.8 Halakhahta da bu yedi kanuna uyan kimseler dünyanın dindar insanları olarak tanımlanırlar.9 Bu kimseler, Yahudi hukukunun hâkim olduğu devlette veya topraklarda imtiyazlı olup, bir mühtedinin sahip bulunduğu tüm haklardan faydalanırlar. Bunlara "yarı mühtedi" anlamında "ger toşav" denir.10 Bunlar, Nuh'un yedi temel kanununu kalben benimser ve gereklerini yerine getirirlerse, her iki dünyada kurtuluşa ulaşırlar. Kurtuluş, sadece "seçilmiş halk" (Yahudiler) veya ihtida yoluyla seçilmiş halka katılanlar için değildir.11Eliyahu Rabah'da bununla ilgili olarak şöyle denir: "Yeri ve gökleri şahit tutarım; ister Yahudi, ister goy (Yahudi olmayan), ister erkek, ister kadın, ister köle, ister cariye, her kişinin üzerine, yaptığı işe göre kutsallık gelecektir".12
Yahudilere göre, Nuhîlerin kurtuluşuyla ilgili bu anlayış, Yahudiliğin sadece Yahudi ırkına ait olmasından kaynaklanmamaktadır. Irken Yahudi olmayıp Yahudiliğe ihtida edenlerle ırken Yahudi olanlar arasında (teorik plânda), aslında, fark yoktur. Bu konuda Rabbi Yeremya şöyle der: "Tora'nın (Tevrat) hükümlerini uygulayan bir yabancının bile başhahama eşit olduğunu nereden biliyoruz? Kutsal Kitap, 'Bu, rahiplerin, Levililerin ve İsrailin Torasıdır' demez, fakat, 'Bu, insanın Torasıdır'13 der. Yine o, 'Kapıları, Levililere, rahiplere ve İsraillilere aç' demez de 'İnançlı milletlerin girebilmesi için kapıları aç'14der. Rabbi Yeremya Mezmurlardaki "Bu, dindarların gireceği Tanrı kapısıdır"15 cümlesini de bu konudaki görüşüne delil getirir.16
Rabbi Yeremya ve yandaşlarının bu görüşlerine rağmen, ırken Yahudi olmak, genel Yahudilik anlayışında bir seçilmişliğin işaretidir. Allah, diğer milletlerin arasından Yahudileri (İsrailoğullarını) seçmiştir. Bu yüzden onlar seçilmiş halktır. Bu seçilmişlik ve bir goy olmamak, Allah'a şükrü gerektiren bir husustur. Klasik Rabbanî anlayışta ve modern Ortodokslukta bu anlayış hâkimdir.17 Bununla birlikte, Nuhîlerden olmak da kurtuluşun en kolay yolu sayılır. Yahudi olmayanlar, Nuh'un yedi temel kanununu yerine getirmek suretiyle, kolaylıkla kurtuluşa ulaşabilir ve cennet nimetlerinden faydalanırlar. Ancak, Yahudilerle aralarında derece farkı vardır.18
Yahudilik ve Misyonerlik
Yahudilik, dış dünyada, bütünüyle Yahudilere has bir din olarak görülür ve Yahudilerin bu dini yaymak için faaliyette bulunmadığı düşünülür. Bir çok kimse tarafından bu dinin misyoner karakterli olmadığı zannedilir. Bu kanaat, Tevrat'ın muğlak ifadelerinden ve Yahudilerin günümüzdeki davranışlarından kaynaklanmaktadır. Tevrat'ta, din olarak Yahudiliğin sadece Yahudi milletine has olduğu belirtilmemiştir. Bununla birlikte Tevrat, Yahudilere, diğer kavimleri Yahudiliğe davet etmeyi de açıkça emretmemiştir. Tevrat'ta, Yahudilerin dinlerini yaymak için cihad yaptıklarına dair bilgi yoktur. Yahudilerin diğer kavimlerle savaşları, toprak kazanma, vadedilen topraklara girme savaşlarıdır. Bununla birlikte Tevrat'ta, dolaylı olarak, Yahudiliğin diğer kavimlere açık bir din olduğunu gösteren bölümler vardır. Ammonlular, Moablılar, Esavîler (Edomlular) ve Mısırlıların Yahudiliğe dahil olması ile ilgili kural ve sınırlamaları ihtiva eden Tevrat âyetleri buna örnektir.19
Tevrat'ta, özel durumları nedeniyle bazı kavimlere karşı Yahudiliğe girme hususunda zorluk çıkarılmıştır. Ammonlularla Moablıların, Mısır'dan çıkışta Yahudilere iyi davranmadıkları için onuncu nesle kadar Yahudi cemaatine katılmaları yasaklanmıştır.20 Bunların dışında, Hittîler (Hititler), Girgaşîler, Amorîler (Amurrulular), Kenanlılar, Perizzîler, Hivîler ve Yabusîlerin mutlak düşman olduğu ve bunların ortadan kaldırılması gerektiği bildirilmiştir. Bunun sebebi, bu kavimlerin Yahudilere vadedilen topraklarda yaşamalarıdır. Yahudiler, kendilerine vadedilen topraklarda yaşayan bu kavimlerle hiçbir surette anlaşma yapmamak ve onları mutlak surette ortadan kaldırmakla yükümlüdürler.21
Tevrat'ta düşman ilan edilen bu kavimlerin yanında, imtiyaz tanınan kavimler de vardır. Yakub'un kardeşi Esav'ın soyu Esavîler ile Mısırlılar bunlardandır. Yahudiler bu kavimlere karşı nefret duymamalıdırlar. Bu kavimlerden üçüncü nesilden olanlar Yahudi cemaatine kolaylıkla katılabilirler.22 Tevrat'ın bu ifadelerinden, esas itibariyle, Yahudiliğin ihtidaya açık bir din olduğu anlaşılmaktadır.
Tevrat'ta Yahudiliği yaymakla ilgili açık emirler olmasa da, Yahudiler, MS II. asra kadar dinlerini yayma faaliyetinde bulunmuşlardır. Hatta, Babil Sürgünü sırasında ve Makkabiler döneminde bile sistematik misyonerlik yapmışlardır.23 Ester kitabında anlatıldığına göre, Yahudilerin baskısından korkan birçok Persli, Yahudiliğe girmiştir.24 Talmud'da, Yahudiliği yaymak, faziletli bir iş olarak değerlendirilmiştir. Tannaim'in dördüncü neslinden Rabbi Şim'on ben Eleazer, Allah'ın Yahudileri sürgünlere, oradaki insanları kendilerine çeksinler diye gönderdiğini belirtmiştir.25
MS II. asırdan itibaren dönmelerin problem olması dolayısıyla, mühtediliğe karşı olumsuz bakılmaya başlamıştır. Rabbi Helbo,26mühtedilerin Yahudiler için bir cüzzam kadar tehlikeli olduğunu ileri sürmüştür. Bu nedenle Rabbiler, mühtedilik hususunda katı sınırlamalar getirmişlerdir.27 Yahudiliğe ihtida etmek isteyen bir yabancının sıkı bir imtihandan geçirilmesini, samimi olup olmadığının belirlenmesini istemişlerdir.28 Babil Talmudu'nun Yevamot bölümünde, Yahudiliğe geçmek isteyen bir yabancıya şu soruların sorulması telkin edilmiştir: Yabancının Yahudi olma gerekçesi nedir? Yahudi olmak isterken Yahudiliğin durumunu, Yahudilerin baskı altında yaşadıklarını, sürgünden sürgüne gönderildiklerini göz önüne almış mıdır? Eğer yabancı, bunları bildiğini, bununla birlikte Yahudi olmak istediğini, Yahudiliğe geçmekle kaybedecek bir şeyinin bulunmadığını söylerse, o zaman o yabancının hemen Yahudiliğe kabul edilmesi emredilmiştir. Halakhaha göre bu durumdaki bir kimseden, ilk önce biraz kolay, biraz da zor ve külfetli kanunlardan bazılarını yerine getirmesi istenir. Mühtedi bu kanunları gördükten sonra vazgeçmek isterse, vazgeçebilir. Gönülsüz mühtediyi dinde tutmanın bir yararı yoktur.29
İhtidaya getirilen bu sınırlamalar, ihtida olaylarını Yahudilikte nadir hale getirmiştir. Zamanla, Yahudilik kendi içine kapanmıştır. Bununla birlikte, her çağda, ufak tefek ihtidalar olmuştur. Bir Türk kavmi olan Hazarlardan bazılarının MS VIII. asırda Yahudiliğe geçmesi buna örnektir.
Çağdaş Rabbilerden Arthur Hertzberg, Yahudiliğin halen ihtidaya açık olduğunu belirtir. Ona göre mühtediler, aslında, Allah indinde değerlidirler. Onların bu değerli oluşu, Yahudi inancını kabul etmelerinden değil, Yahudi kaderine ortak olmayı kabul etmiş olmalarındandır. İyi insan, kendi dininde de kurtuluşa erebilir.30
Yahudi Kelamı Açısından Diğer Dinlerin Durumu
İhtidaya bu sınırlamalar getirildikten sonra hukukçu Rabbiler, Yahudilik dışında kalanların dinî durumunu da belirlemişlerdir. Yahudi bilginler, Yahudilik dışında insanı kurtuluşa götürebilecek dinlerin varolup olamayacağı meselesini felsefî ve kelâmî açıdan tartışmışlardır. Ortaçağ meşhur Yahudi kelamcılardan Yosef Albo, İnsanların dinini temelde ikiye ayırmıştır. Bunlardan biri İsrailoğullarının dini, diğeri de Nuh kanunlarına bağlı Nuhîlerin dinidir. Alboya göre, Musa kanunları ve Nuh kanunları detayda farklılık göstermekle birlikte temel ilkelerde uzlaşmaktadır. İkisi de aynı zamanda yürürlüktedir. İsrail'de Musa kanunları, Yahudi olmayanların yaşadığı diğer bölgelerde ise Nuh kanunları geçerlidir. Farklılık, coğrafî ve kültürel bakımdandır. Yahudi olmayan kimselerin ilahî kaynaklı Nuh kanunları vasıtasıyla mutluluğa ulaşmasında şüphe yoktur. Çünkü Rabbiler, "Hasidey Umot Ha-Olam yeş lehem heleg be Olam Ha-Ba" (Dünyanın dindar milletleri için gelecek dünyada nasib vardır) demişlerdir. Ancak, onların ulaştığı mutluluk, Yahudilerin Tora (Tevrat) vasıtasıyla ulaştığı mutlulukla aynı derecede değildir.31
Albo, aynı zamanda birden fazla ilahî dinin yürürlükte olmasını, din koyucu ve insan açısından olmak üzere, iki yönden ele almaktadır. Albo bu konuda, özetle, şunları söylemektedir: "İlk bakışta, gerek din koyucu, gerek insan açısından tek bir dinin olması gerektiği anlaşılır. Din koyucu, her açıdan tek olduğundan, onun kanunu da tek olmalıdır. İnsan açısından bakıldığında da, insan tabiatı tek olduğundan, onları mükemmelliğe sevk eden din de tek olmalıdır. Bundan ise, beşeriyetin tek dininin olması gerektiği neticesi çıkmaktadır. Ancak insan, yani kanun alıcı, çeşitli açılardan mülahaza edildiğinde ya ataları ya da diğer sebeplerden dolayı farklı mizaçlara sahiptir. İki insan aynı karakterde değildir. Albo, bu karakter ve alışkanlık farklılığını coğrafî farklılıklara dayandırmaktadır. Ona göre topraklar; hava, su, dağlar vs. bakımından farklılık gösterir. Suyu iyi olmayan bazı toprakların meyvesi sert ve kaba olur. Suyu tatlı olan bazı toprakların meyveleri de tatlı olur. Bu durum, hayvanlarda ve insanlarda da görülür. İki farklı coğrafî bölgede yaşayan insanların adetleri ve gelenekleri, yaşadıkları toprağın özelliklerine bağlı olarak, farklılık gösterir. Bu bakımdan, bir bölgenin kanunları, aynı zaman diliminde de olsa, diğer bölgelerin kanunlarından farklı olmak durumundadır. Bununla birlikte, kanun koyucu tek olduğundan, farklı bölgelerdeki dinler genel prensipler bakımından aynıdırlar; farklılık detaydadır.32
Albo'nun bu felsefî ve kelamî açıklamasına göre, aynı zaman diliminde birden fazla ilahî menşeli din varolabilir. İkisi de insanlığın saadetine vesiledir. Albo'nun bu açıklaması, klasik Rabbanî öğretinin felsefî bakımdan bir izahıdır. Modern Yahudi mezheplerinin görüşü de bu yöndedir. Reformist Yahudiliğin öncülerinden Moses Mendelssohn'a33göre Tevrat, sadece Yahudi halkının Tevrat'ıdır. Yahudi olmayan diğer halklar, tabiî din veya kendi gelenekleri ile kurtuluşa erebilirler; kurtuluş, sadece bir dinle sınırlı değildir.34 Bunun için, Yahudiliğin dışarıdan mühtediler kazanma gayreti yoktur. Mendelssohn'un Yahudilik anlayışında, diğer halkların Konfüçyüs gibi ahlâk öğreticileri takdirle karşılanmaktadır.35
Çağdaş Yahudiliğin önemli bir filozof hahamı olan Mordecai Menahem Kaplan,36 Yahudilik dışındaki dinlerin konumunu belirlemek için önce Yahudiliği tanımlamıştır. Ona göre Yahudilik; muayyen bir toprakla kimlikleştirilmiş bir grup hayatını, müşterek bir dini, bir dil ve edebiyatı, folkloru, kanun kodekslerini ve sanatı bünyesinde barındırmaktadır. Bu anlamda Yahudilik; Yahudilerin İsrail ülkesinde bin yıldan fazla süren millî otonom yaşamları ile yaklaşık iki bin yıllık Diaspora (sürgün) yaşamları boyunca oluşturdukları bir medeniyettir.37
Yahudiliği bir medeniyet olarak tanımlayan Kaplan, Tevrat'ı da bu medeniyetin bir unsuru olarak görmüştür. Ona göre Tevrat, bir Yahudi medeniyetini ifade etmektedir.38 Tevrat, Yahudilerin gerçeği arama ve kurtuluş yolunu bulma hususundaki ortak çabalarının bir ürünüdür. Bu Tevrat, dünyadaki doğruluğu geliştiren bir ruh olarak, Allah'ın realitesine şehadet etmesi anlamında ilahî bir vahiy olarak telakki edilebilir. Ancak bu telakki, eskilerin "Torah Min Ha-Şamayım" (Tevrat Semadandır=İlahî Tevrat) kavramından bahsederken kasdettikleri anlamı teyit etmez. Bu telakki, Allah'ın Tevrat'ı değil, Tevrat'ın Allah'ı vahyettiği gerçeğini ifade eder.39 Bu bakımdan, Tevrat'ın kendisi değil, varlık planına çıkış süreci ilâhîdir. Bu anlamda, hayatın zenginleştirilmesini ve kurtuluşu amaç edinen diğer medeniyetlerin kanun ve doktrinleri de, aynı sürecin bir parçası olmaları itibariyle, ilâhîdir. Bu kanun ve doktrinlerin ilahî oluşu, mutlaka insanlığa fayda sağlama şartına bağlıdır. Aynı şart, Yahudi şeriatı için de geçerlidir.40
Yahudilik Açısından Hıristiyanlık ve İslâm
Yahudiliğin Hıristiyanlık ve İslâm'a bakışı, onun kendisi ve kendi dışındaki dinlerin durumu hakkındaki açıklamasıyla bağlantılıdır. Yahudilik, Yahudilerin dini olduğuna göre, onun dışındaki dinler, Nuh'un yedi temel kanununa sahip olmak şartıyla var olma hakkına sahiptirler. Nuh'un yedi temel kanununa bünyesinde yer veren dinler ise, Yahudi olmayanları hem bu dünyada, hem de gelecekte mutluluğa ve kurtuluşa ulaştırabilirler. Hıristiyanlık ve İslâm, bu dinlerin başında gelmektedir.41 Bu dinler, misyoner karakterleri sebebiyle, Allah'ın mesajını putperestler arasında yaymakta ve bütün insanlığı Allah'a çağırmaktadırlar. Meşhur Yahudi bilgini Maimonides, bu konuda şunları söylemektedir: "Tanrının tasavvurlarını anlamak, insan zihnini aşan bir şeydir; zira bizim yöntemlerimiz, onun yöntemleri değildir; düşüncelerimiz de onun düşünceleri değildir. Nasıralı İsa ve ondan sonra gelen İsmailî'nin (Muhammed) işleri, aşağıda da belirtildiği gibi, dünyayı hep birlikte Tanrı'ya kulluğa hazırlamak üzere Mesih'in yolunu açmaya yaramıştır. 'Çünkü, bir yürekle Rabbe kulluk etmek için hepsi Rabbin ismini çağırsınlar diye, kavimlere o zaman temiz dil vereceğim' buyrulmuştur.42 Nasıralı İsa ve İsmailî vasıtasıyla Mesih umudu, Tevrat ve emirler yaygınlaştı; uzak adaların sakinleri ve kalben ve bedenen sünnetsiz pek çok halk arasında duyuldu."43 Görüldüğü gibi Maimonides'e Hıristiyanlık ve İslâm, Allah'ın mesajını Yahudi olmayan kavimler arasında yayarak Mesih'in gelişine zemin hazırlamaktadırlar. Maimonides, Mişne Tora isimli eserinde, bu görüşünü daha açık belirtir: "Nasıralı'nın ve İsmailî'nin öğretileri, bütün dünyayı, tek bir ruhla, Tanrı'ya ibadeti mükemmelleştirecek olan Mesih'in gelişini hazırlama hususunda kutsal amaca hizmet etmektedir. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, kutsal kitabın sözlerini ve hakikat kanunlarını bütün dünyaya yaymışlardır. Yaptıkları, yapacakları hatalar dikkate alınmaksızın, Mesihî çağın gelişinde onlar tam doğruya döneceklerdir."44 Muhafazakar Yahudiliğin önemli bilginlerinden ve teologlarından biri olan Jacob Neusner de, Maimonides'in görüşleri doğrultusunda, bu konuda, özetle şunları söyler: "Biz Yahudiler, Hıristiyanlığın ve İslâm'ın kutsal tarihteki yerini anlamalıyız. Kendimize şunu sormalıyız: Hıristiyanlar sadece Nuhî midirler veya iddia ettikleri gibi, gerçekten İbrahim, İshak ve Yakub'un oğulları mıdırlar? Nuh kanunları bütün insanlıktan; puta tapmamak, Tanrı'nın ismine küfretmemek, öldürmemek, katletmemek, hırsızlık yapmamak, zinadan kaçınmak, adalet evleri kurmak ve hayvanlara vahşice davranmamak gibi temel kurallara uymasını ister. Hıristiyanlar bu kuralları tasdik ederler. Fakat dahası da var; Hıristiyanlık ve İslâm sayesindedir ki, Torah (Tevrat=din) dünyanın uzak köşelerine yayılmıştır. Bunda Yahudiliğin bir katkısı yoktur. Elbette bazıları, Yahudiliğin bu kutsal misyonu yerine getirmekten Hıristiyanlık ve İslâm tarafından engellendiğini ileri sürebilirler. Fakat Yahudilik, bu engellenmeyi onaylamış ve misyonunu terk etmiştir. Hıristiyanlık ve İslâm, insanlar arasında monoteizmin yayılmasının vasıtaları sayılmıştır. Ortaçağ düşünürleri tamamen böyle söylemişlerdir."45
Maimonides ve Neusner'in bu olumlu görüşlerine rağmen Yahudilik, bir Yahudi'nin Hıristiyanlık ve İslâm'a geçmesini büyük günah sayar. Bu anlayışa göre, Yahudilikten çıkan bir Yahudi, kendisini Tanrıya ve halkına bağlayan "ahid"i bozmuş olur.46
Yahudiliğin, Nuh kanunları çerçevesinde Hıristiyanlık ve İslâm'a genel bakışı budur. Bununla birlikte, inanç konusundaki bazı ayrıntılar dolayısıyla Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm'ı ayrı ayrı değerlendirmektedir.
Yahudiliğin Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara Bakışı
Yahudiliğin Hıristiyanlığa ve onun önderi İsa'ya bakışı, pozitif ve negatif değerleri birlikte ihtiva eder. İsa'nın bir Yahudi, Hıristiyanlığın da Yahudilikten türemiş bir din olması noktasında Yahudi bilginlerin bakışı olumludur. Fakat, İsa'nın Yahudi öğretilerine ters öğretiler getirmesi ve Hıristiyanlığın da daha sonra politeist bir yapıya bürünmesi noktasında bu olumlu bakış olumsuzlaşır.
Genel olarak Yahudilere göre İsa, Galileli dindar ve zâhid bir Yahudidir. Ferisî geleneği üzere yetişmiştir. Halkını sevmiş ve Romalı yöneticilerin baskısı altında onların ezilmesinden üzüntü duymuştur. Tanrıya olan derin inancıyla, kardeşlerini eğitmek ve rehberlik etmek üzere yola çıkmıştır. O, yeni bir şey getirmemiştir. Onun söyledikleri Tevrat'ta ve Rabbanî gelenekte bulunmayan şeyler değildir. Onun tek amacı, Yahudi öğretisindeki ahlâkî unsurların hayat planına çıkarılmasıdır. Onun öğretilerini benimseyen küçük bir grup onu üstad edinmiş, o da onlara önderlik yapmıştır. Çevresindekiler, İsa'nın bir mesih olduğunu düşünmüş ve kendilerini kurtaracağını zannetmişlerdir. Halbuki İsa, onlara Tevrat'ın emirlerine sıkı bir şekilde uymayı telkin etmiştir.
İsa Kudüs'e geldiğinde, Galileli bir isyancı lider olarak, onun mesihî vaazları Romalı yöneticilerin kulağına gitmiştir. Vali Pontus Pilate, İsa'yı yakalatmış ve Roma ceza usulüne göre çarmıha germiştir. İsa, daha önceki Yahudi şehitler gibi kaderini sükûnetle karşılamış ve kendini Tanrı'nın iradesine bırakmıştır. Hayatı ve ölümü bakımından İsa'nın kaderi diğer mesihî fikirler taşıyan Yahudilerin kaderiyle aynı olmuştur.
Her Yahudi'nin kendi görüşünü açıklama hakkı Yahudi toplumunda hoşgörüyle karşılanmıştır. Bu bakımdan İsa, Yahudi toplumunda görüş ve inançlarını açıklama hakkına sahipti. İsa, diğer Yahudi Rabbiler gibi kendi görüşü açısından Tevrat'ı yorumluyor ve öğretiyordu. Onun ayrıldığı nokta, kendisini bir mesih olarak ilan etmesiydi. Modern dönem Yahudi bilginleri İsa hakkında bu şekilde düşünmektedirler.47
Modern dönem Yahudi bilginlerin bu bakışına karşı, klasik Rabbanî kaynaklarında İsa hakkında hiç de iyi şeyler söylenmemiştir. Rabbiler Talmud'da, İsa'yı, İsrailoğullarını saptıran bir büyücü olarak tanıtmışlardır.48 Babil Talmudu'nun Sanhedrin bölümünün Hıristiyan sansüründen kurtulmuş bir yerinde, İsa'nın büyücülük yaptığı için asıldığı, fakat onu asanların Romalılar olduğu belirtilmektedir. Burada anlatıldığına göre, büyücülük yaptığı için İsa'nın asılmasına karar verilmiş ve cezanın infazından kırk gün önce, büyücülük yaparak İsrailoğullarını saptırmaya yeltendiğinden dolayı taşlanarak (idam sehpasında) öldürüleceği, lehine savunması olanların gelip onu savunması bir mübaşir tarafından sokaklarda ilan edilmiştir. Lehine savunma yapacak kimse çıkmadığından İsa, Fısıh arefesinde asılmıştır.49 Talmud'un İsa'nın ölümüyle ilgili bu metninde karışık bir anlatım vardır. İsa ile ilgili bu olay, ölüm cezasına çarptırılan suçlunun ceza kararının infazdan kaç gün önce sokaklarda ilan edilmesi gerektiği meselesi tartışılırken misal olarak zikredilmiştir. Tesniye 13. Bab'da, büyücülüğün cezası taşlanarak ölüm olarak bildirilmiştir. Çarmıha gererek öldürme Tevrat hükmü değildir. Talmud'daki bu anlatımdan, İsa'nın Yahudi hukukuna göre yargılandığı ve suçlu bulunduğu, fakat cezalandırılmasının Romalılar tarafından Roma ceza usulüne göre yapıldığı anlaşılmaktadır.
Babil Talmudu'nun ilgili bölümünde, İsa'nın şakirdlerinin mahkemesiyle ilgili bir haber de bulunmaktadır. Burada, Mattay, Nakay, Nezer, Buni ve Todah isimli İsa'nın beş şakirdinin Yahudi mahkemesinde yargılanmasından söz edilmekte, fakat cezalandırılmaları hususunda bilgi verilmemektedir.50
İsa hakkında olduğu gibi, ilk Hıristiyanlar ve onların kutsal kitapları hakkında Talmud'da pek az bilgi vardır. Bunlar da açık değildir. Talmud'da Hıristiyanlar için tanımlayıcı bir isim kullanılmamakta, sadece onlardan "minim" (heretikler) olarak bahsedilmektedir.51 İlk Hıristiyanların toplantı yerlerine "Be-Nizrefe", kitaplarına da "boş sahifeler" anlamında "Gillayon"52 denmektedir.53 Apokrif kitapların ne yapılacağı hususundaki bir tartışmada bir rabbi bu kitapların, Hıristiyan kitapları da dahil olmak üzere, içindeki Tanrı isimleriyle birlikte, derhal gömülmesini, Rabbi Yosi ise Tanrı isimlerinin çıkarıldıktan sonra gömülmesini ileri sürer. Rabbi Tarphon'un görüşü ise daha ilginçtir. Rabbi Tarphon, şöyle der: "O kitaplar elime ulaştığında, içinde Tanrı isimleri olduğu halde gömmezsem, oğlumu gömmüş olayım. Bir kimse, boğazlamak veya bir yılan sokmak için beni kovalasa, putperestlerin mabedine sığınırım da onların mabedine girmem. Çünkü, putperestler Tanrıyı bilmezler de inkâr ederler, bunlar ise bildikleri hâlde inkâr ederler."54
Bütün bu farklı anlayışların yanında, genel olarak Yahudiler, şu noktalar açısından Hıristiyanlığı eleştirmişlerdir:
1. İsrail peygamberleri kendileri adına konuşmamış, kendilerini ön plana çıkarmamışlardır. İsrail peygamberleri, kendilerini Allah'ın sözcüsü saymışlardır. İsa ise "Allah böyle söyledi" yerine "Ben size derim ki..." ifadesiyle, Allah'ı değil, kendini otorite yerine koymuştur. İsa, kendini Allah'ın sözcüsünden başka bir şekilde tasvir etmiş ve bundan dolayı Yahudiler onu peygamber olarak tanımamışlardır.55
2. Yahudiliğe göre Allah, mutlak olarak Bir'dir. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh Üçlemesi, Yahudi nazarında üç ayrı şahsı ifade eder. "Bir üçtür, üç birdir" Hıristiyan anlayışı, Yahudilik için anlamsızdır. Bunun için Teslis kabul edilemezdir.
3. Yahudilikte Tanrı şekilsizdir. Ne bir şekle bürünmüş, ne de bürünecektir. Yahudi, Tanrı’nın İsa'da bir insan şeklini aldığını kabul edemez. Bu, onun en temel inançlarına aykırıdır.
4. Yahudi inancına göre hiçbir beşerî varlık ilahî bir hüviyet kazanamaz.
5. Yahudiliğe göre hiçbir beşerî varlık mutlak mükemmel olamaz. Yahudi kutsal metinlerinde hiçbir şahsiyet mükemmel olarak tanımlanmamıştır.
6. Yahudilik, İnsanla Tanrı arasında aracı kabul etmez. Herkes Tanrı’ya doğrudan ulaşabilir. Kurtuluşa ulaşmak için aracıya gerek yoktur.
7. Hıristiyanlık, orijinal günah inancını taşır. Yahudilik için böyle bir şey söz konusu değildir. Günah miras olarak babadan oğula geçmez.56
8. Hıristiyanlık, İsa'ya imanın kurtuluşa götüreceğini öğretir. Yahudilik, ilahî kanunların gözetilmesiyle kurtuluşa ulaşılacağını savunur.
9. Hıristiyanlık, sakramentlere inanır. Sakramentler ilahî inayetin vasıtalarıdır. Yahudiliğin sakramentleri yoktur.
10. Hıristiyanlık kurtuluşu İsa'ya bağlar. Sadece İsa'ya iman kurtuluşu sağlar. Yahudilik ise, dünyanın bütün dindar halklarının ahirette pay sahibi olduğunu öğretir. Adaletin temel kanunlarına uymak kurtuluş için yeterlidir. Yahudilik, Hıristiyanlığı, Hıristiyanları Tanrı'ya ulaştıran iyi bir yol olarak görür. Yahudiliğin İslâm, Budizm ve diğer etik dinlere bakışı da bu şekildedir. Bu dinler de mensuplarını Tanrı'ya ve kurtuluşa götürürler. Yahudilik, hiç kimsenin din değiştirmesini gerekli görmez.57
11. Hıristiyanlık, Yahudiliği daha aşağı bir ahlâk geleneğine ve az gelişmiş bir ilahî ve beşerî sevgiye sahip bir din olarak görmektedir. Yahudilik, Hıristiyan ahlâkını ve sevgi mefhumunu gelişmiş olarak görmez; Yahudiliğinkinin yeni bir ifade şekilleri olarak görür. Yahudilik, Yeni Ahit'te Yahudi ahlâkında bulunmayan hiçbir yenilik bulmaz.
12. Bundan dolayı Yahudilik, Yeni Ahit'i ilahi vahiy olarak görmez. Yahudi bilginler onda sadece Yahudi fikirlerinin özlerini bulurlar. Yeni Ahit'in bazı kısımları, Yahudilikle duygu bağları olmayan yabancılar tarafından Romen dünyasında yazılmıştır. Onun yazarları kendilerini ve yeni inancı Yahudilikten ve Yahudilerden koparmışlardır. Bu yüzden Yeni Ahit'te anti-Yahudi ifadelere yer verilmiştir. Yuhanna İncili bunun en iyi örneğidir.
13. Bir Hıristiyan için İsa'nın adı derin sevgi fırtınaları oluşturur. Yahudi bu duygudan yoksundur. O, Hıristiyan inancına saygı gösterir; Tanrı sevgisini ve diğer bir dizi ahlâk öğretilerini onunla paylaşır. Hıristiyan tarihi söz konusu olduğunda Yahudi'nin yaklaşımı bilimseldir. Yahudi için İsa, bir insan, bir öğretici ve reformisttir.58
Yukarıda maddeler hâlinde zikredilen itirazları bakımından Yahudilik Hıristiyanlığı bu şekilde reddetse de, Yahudi bilginler Hıristiyanları, Müslümanlara nazaran, kendilerine daha yakın bulurlar. Çünkü aralarında menşe birliği vardır. Maimonides bunu açıkça vurgular ve şöyle der: "Hıristiyanlar bizim gibi kutsal kitabın ilahîliğine ve efendimiz Musa'ya vahyedildiğine inanır ve kabul ederler. Sadece yorumda bizden ayrılırlar."59 Bunun için Maimonides, Hıristiyanlara Tevrat'ın öğretilmesine cevaz verir, fakat aynı şeyi Müslümanlar açısından caiz görmez. Çünkü Müslümanlar, Tevrat'ın tahrif edildiğine inanırlar. Hıristiyanlarla Yahudiler arasındaki fark kutsal kitabın yorumuna dayandığından, Hıristiyanlara Yahudiler tarafından Tevrat'ın öğretilmesi, akidelerinin düzelmesini sağlayabilir.60
Bir yandan Hıristiyanlığı kendilerine en yakın din olarak görüp, diğer yandan Hıristiyan inancını Yahudilik açısından şirk olarak değerlendiren ve böyle bir şirki Yahudi olmayanlar için uygun gören Yahudi bilginler, bir Yahudi'nin kiliseye girmesini kesinlikle yasaklamışlardır. Çağdaş Yahudi bilginlerinden Rabbi Moşe Feinstein, sadece sanatsal ve mimarî yönünü incelemek gayesiyle bile bir Yahudi'nin kiliseye girmesini uygun bulmamıştır. İsrail'de bir zamanlar Sefarad Baş Hahamlığı görevinde bulunan Rabbi Ovadya Yosef ise, misyonerlik faaliyetlerini de göz önüne alarak, Yahudilerin kiliseye girmesini yasaklamıştır. Ona göre Hıristiyanlar putperesttir, kiliseleri de putperest mabedleridir. Bazı Yahudi bilginler ise, bütün haç ve sembollerin çıkarılmasından sonra bir Yahudi'nin kilisede ibadet edebileceğini belirtmişlerdir.61
Yahudiliğin İslâm'a ve Müslümanlara Bakışı
Yahudiliğin İslâm'a ve Müslümanlara bakışı, Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara bakışında olduğu gibi, pozitif ve negatif yaklaşımları birlikte ihtiva etmektedir.
Klasik Yahudi dünyasında "Müslüman" deyince, genellikle, hemen Araplar kastedilir. Bilindiği gibi, Yahudilerle Araplar arasında amansız bir düşmanlık vardır. Bu düşmanlığın temeli de, Hz. İsmail ile Hz. İshak'a dayanmaktadır. Tevrat'a göre Hz. İbrahim'in mübarek soyu Hz. İshak'ta devam etmiştir. Hz. İbrahim, Hz. İsmail'i yanından uzaklaştırmış ve Hz. İshak'ı alıkoymuştur.62 Tevrat'taki bu anlatım, daha sonraki Yahudi literatüründe Araplar aleyhine daha da olumsuzlaştırılmıştır. Midraşik bir eser olan Sifre'de, Hz. İsmail'in Hz. İbrahim'in hayırsız oğlu olduğu belirtilmiş ve şunlar söylenmiştir: "Babamız İbrahim hayata geldiğinde, hayırsız evlatlara sahip oldu; İsmail ve Keturah oğulları. Bunlar, önceki nesillerden daha kötü idiler. İshak geldiğinde o da bir hayırsız evlada sahip oldu; Esav. Onun nesli önceki nesillerden daha kötü idi. Yakup geldiğinde, o hayırsız evlada sahip olmadı. Onun bütün çocukları hayırlı çıktı."63
Hz. İsmail'e duyulan olumsuz düşünceler, onun soyu olan Araplara ve daha sonra Müslümanlara da yöneltilmiştir. Zohar Şemot'ta Araplar ve Müslümanlar İsrailoğullarına en çok zulmeden kavim olarak takdim edilmiştir. Rabbi Yahuda bu konuda şöyle demiştir: "Gerçekte, İsmail'in (Müslüman Arapların) sultasındaki sürgün, sürgünlerin en şiddetlisidir. Bir defasında Kudüs'e giderken Rabbi Yeşu, bir Arapla oğlunun hadisesine tanık oldu. Arap oğluna dedi: Bak, orada Tanrının reddettiği bir Yahudi var. Git ve ona hakaret et. Yüzüne yedi defa tükür, çünkü o, yüceltilmiş birinin tohumudur. Onlara yetmiş milletin hakim olacağını biliyorum. Çocuk gitti ve Yahudi'nin sakalından tuttu. Bunun üzerine Rabbi Yeşu, yerin dibine batman için yüceler yücesine yalvarıyorum, diye dua etti. Henüz sözünü bitirmişti ki, yer ağzını açtı ve Arabı oğluyla birlikte yuttu."64 Zohar'ın başka bir yerinde, İsmailoğullarının (Müslüman Araplar) Yahudilere karşı bir çok kötülük işledikleri ve onlara acı tattırdıkları belirtilmektedir. Devamında, Zohar'ın yazıldığı dönem tasvir edilerek, şöyle denmektedir. "Bugün İsmailîler İsrail'e hükmetmekte ve Yahudilerin inançlarının gereğini yerine getirmelerine mani olmaktadırlar. Ve sen, İsmail'in diasporasından daha zor bir diaspora görmedin."65
Ortaçağ Yahudi literatüründe Araplardan ve dolayısıyla Müslümanlardan böylesine kin ve nefretle bahsedilmekle birlikte, zaman zaman onların iyiliğinden ve faziletinden de bahsedilmektedir. Sura akademisinin başkanlarından Gaon Yehuda (8. yüzyılın ortaları) şu sözlerle bunu itiraf etmektedir: "İsmaililer geldiğinde bizi Tevrat'la meşgul olmakta serbest bıraktılar."66
Yahudi bilginler, Arapların dini hakkındaki görüşlerinde daha olumludurlar. Babil Talmudu'nun Şabat bölümünde, Raba ben Mekhasia, R. Hama ben Guria'dan naklen, "Bir İsmailî'nin tahakkümünde olmak, yıldıza tapan putperestlerin tahakkümünde olmaktan daha iyidir"67 demiştir. R. Hama ben Gurion'un bu sözünde Araplar (Müslümanlar) putperestlere tercih edilmekte, dolayısıyla onların dininin putperestlik olmadığı vurgulanmaktadır. Talmud'daki bu ifade Müslümanların dini hakkında Yahudi bilginlerine bir fikir kazandırmıştır. Yahudi bilginler Talmud'daki bu ve benzeri ifadelerden hareketle İslâm'ın monoteist karakterli bir din olduğunu kabul etmişlerdir. Meşhur Yahudi bilgini Maimonides, İslâm'dan irtidat ettiği söylenen Rabbi Obadiah'ın Müslümanların putperest olup olmadıkları sorusu üzerine, onların monoteist olduğunu belirtmiştir. Maimonides'in bu konuyla ilgili görüşlerini, bir çok yönden önem taşıdığı için, özetleyerek, burada naklediyoruz.
Maimonides, Rabbi Obadiah'a cevap olarak gönderdiği mektupta, önce Obadiah'ın sorununu özetler ve şöyle der: "Sen, Müslümanların putperest olmadığını söylediğini, fakat hocanın onların putperest olduğunu, ibadet yerlerinde Mercury'yi68 taşladıklarını iddia ettiğini naklediyorsun. Daha da ötesi, hocanın seni bu konuda uygunsuz bir şekilde terslediğini ve seni "Akılsıza aptallığınca cevap ver"69 âyetine muhatap kıldığını belirtiyorsun.
Araplar hiçbir şekilde putperest değildirler. Putperestlik onların dilinden ve kalbinden çok önceleri kesilmiş ve onlar tam bir tevhidle tek bir tanrıya inanmışlardır. Onların bizi Tanrının bir oğlu olduğuna inanmakla suçladığı gibi, onların putperest olduklarını söyleyerek biz de yalanla misillemede mi bulunacağız? Bize iftirada bulananlara karşı şehadet eden Tevrat, "Onların ağzı yalan söyler, onların sağ eli yalanın sağ elidir"70 diyerek bize karşı da şehadet eder. Yine Tevrat, "İsrailin bakiyesi haksızlık etmeyecek ve yalan söylemeyecek ve ağızlarında hileli dil bulunmayacak"71 der. Eğer bir kimse, onların (Arapların) ibadethanelerinin (Kabe) putperest evi olduğunu, atalarının ibadet ettiği bir putun orada gizli olduğunu iddia ederse, bu nedir? Bugün orada ibadet edenlerin kalbinde sadece Tanrı vardır. Bizim Rabbilerimiz Talmud'un Sanhedrin bölümünde (61b) bu hususa açıklık getirerek demişlerdir ki, bir kimse, puthanenin önünde, orasının bir sinagog (havra) olduğunu düşünerek ibadet ederse, onun kalbi Tanrı'ya yönelmiştir. Aynı şey bugün Araplara da uygulanabilir. Putperestlik, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere, onların hepsinin ağzından ve yüreğinden uzaklaşmıştır. Onların Tanrının birliğiyle ilgili inançlarında hiçbir hata yoktur.
Yahudi bilginler, Yahudilikle İslâm arasında ciddi meselelerde önemli yakınlığın bulunduğunu da kabul etmektedirler. Rabbi Roy A. Rosenberg'e göre, monoteizm konusunda her iki din de müttefiktir. İkisi de ibadethanelerde insan ve hayvan temsillerinin bulunmasına izin vermemektedir. Sünnet olmak, domuz eti yememek, iki dinin diğer önemli ortak özelliklerindendir. Her iki dinin dinî otoriteleri ayinleri yöneten rahipler değil, şeriatı yorumlayan bilginlerdir.72 İki din arasındaki bu benzerliği göz önüne alan İsrail'in önde gelen aydınlarından Yeşhayahu Liebowitz, Yahudilik ile İslâm'ın birbirine sanıldığından daha yakın olduğunu ileri sürmektedir. Bu bakımdan o, "Bet Ha-Mikdaş'ın (Süleyman Mabedi) bulunduğu tepede bir cami oluşu (Mescid-i Aksa) beni hiç rahatsız etmiyor, ama bir kilise olsaydı çok üzülürdüm" demiştir. Ona göre Yahudiliğin başlıca düşmanı Hıristiyan dünyasıdır.73
Netice olarak, Yahudi bilginler, doktrin ve gelenek bakımından İslâm'ı Yahudiliğe daha yakın bulmaktadırlar. İslâm'ı, her ne kadar onun Yahudilikten çalınma bir din olduğunu iddia etseler de, Müslümanlar için kurtuluşun vesilesi olarak kabul etmektedirler. Aynı şeyi Hıristiyanlık için de söylemekle birlikte, Hıristiyanlığın tevhide uzak olduğunu, bir çeşit politeist karakter taşıdığını ileri sürmekte ve Yahudileri Hıristiyanlığa karşı uyarmaktadırlar.
Yahudilik, ırken Yahudi olmayanların Yahudiliğe girişini yasaklamamakta, fakat Yahudi olmaları için gayret gösterilmesini de emretmemektedir. Bunun yerine, tevhid inancına dayalı Nuh Kanunlarını benimseyen ve uygulayanların kurtuluşuna garanti vermektedir. Bu çerçevede, Hıristiyanlığı ve İslâmı insanları tek tanrı inancına, dolayısıyla kurtuluşa götüren dinler olarak görmektedir. Orijin bakımdan Hıristiyanlığı, inanç bakımından ise İslâm'ı kendine daha yakın din olarak tanımaktadır.
Bu sonuçlar, İslâm dışı dinler üzerinde çalışırken o dinlerin kaynaklarının ve mensuplarının verdiği bilgilerin fenomenolojik olarak değerlendirilmesinin önemini ortaya koymaktadır. Fakat, itiraf etmek gerekir ki, zamana ve mekana bağlı olarak göreceli bir mahiyet taşıyan bazı olayların sonuçlarının bir inanç haline dönüşmesi, bizlerde yanlış saplantılar meydana getirmiştir. Şimdiye kadar bilip inana geldiklerimizin dışında, karşı tarafın fikirlerini doğrudan öğrenmeyi pek gerekli görmemişizdir. Bu, özellikle Yahudilik ve Yahudiler söz konusu olduğunda daha belirgin hale gelmektedir. Halbuki, mitleşmiş ön yargılardan hareket ederek yanlışlıklar ve çarpıtmalar üzerine kurulu bilgilenmenin hiçbir yararının bulunmadığı bilinen bir gerçektir.
İlk dönemlerinden itibaren İslam tarihini, İslam idaresi altındaki Hıristiyan ve Yahudilerin konumunu ve bu toplumların Müslümanlarla ilişkilerini tarafsız bir gözle inceleyen herkes, açık bir gerçekle karşılaşacaktır: Kitap Ehli, İslam idaresi altında her zaman huzur ve güvenlik içinde yaşamıştır. Hatta kimi zaman farklı dinlerden veya mezheplerden idarelerin altında zulüm gören Hıristiyanlar ve Yahudiler, İslam topraklarına sığınmışlar ve aradıkları güveni Müslüman ülkelerde bulmuşlardır. Kitap Ehli'nin İslam topraklarında bu derece rahat ve huzurlu bir yaşam sürebilmelerinin en önemli nedeni ise, Müslümanların Kitap Ehli'ne karşı tavır ve tutumlarını Kur'an ahlakına göre belirlemiş olmalarıdır.
Barış ve hoşgörü dini olan İslam, iman edenlerin tüm insanlara adaletle ve iyilikle davranmalarını gerektirir. Salih Müslümanlar, Allah'ın emrettiği ahlaka uygun olarak, hoşgörülü, affedici, mütevazı, anlayışlı, yumuşak huylu, içten ve samimi insanlardır. Allah iman edenlere, kendilerinin veya yakınlarının aleyhinde dahi olsa adil olmayı, kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile öncelikle yetimi ve esiri doyurmayı, fedakar olmayı, sabırlı davranmayı, güzel ahlakta kararlı olmayı emretmiştir. Bu ahlakı yaşayan bir mü’min aynı zamanda farklı inançlara ve düşüncelere mensup kişilere karşı da toleranslıdır. "Dinde zorlama olmadığının" bilinci ile, iman etmeyen insanları hak yola davet ederken de her zaman nezaketli bir üslup kullanır, amacı doğru yolu göstermek, karşı tarafın vicdanına hitap etmek ve onların güzel bir ahlak ile yaşamasına vesile olmaktır. Bu ise ancak Allah'ın insanlara hidayet vermesi ile mümkün olur. Allah, "... İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu... " (Rad Suresi, 31) ayetiyle Müslümanlara, kalplerin ancak Allah'ın elinde olduğunu, bir kimsenin ancak O'nun dilemesiyle hidayete erebileceğini hatırlatmaktadır. Bir başka ayette ise şöyle buyrulur:
Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.74
Müslüman'ın görevi, sadece gerçekleri anlatmak, insanları bu gerçeklere davet etmektir. İnsanların bunu kabul edip etmemeleri, tamamen onların vicdanlarına kalmış bir meseledir. Allah bu gerçeği Kur'an'da haber vermektedir:
Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.75
Müslümanların bu ahlakları, doğal olarak Kitap Ehli ile olan ilişkilerinde de geçerlidir. Üstelik Rabbimiz, Kitap Ehli'ne karşı nasıl davranılması gerektiğini Kur'an'da iman edenlere detaylı olarak tarif etmiştir. Bu ayetler incelendiğinde, Müslüman toplum içinde Hıristiyan ve Yahudilerin varlıklarının tanınması ve onların tüm haklarının bizzat Müslümanlar tarafından korunması gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. Müslümanların Yahudilere ve Hıristiyanlara bakışı son derece merhametli olmalıdır. Samimi olarak iman eden Yahudiler ve Hıristiyanlar -her ne kadar inanışlarında ve ibadetlerinde zaman içinde bazı bozulmalar yaşanmışsa da- özünde Allah'ın varlığına ve birliğine iman eden, meleklere, peygamberlere ve hesap gününe inanan ve din ahlakının yaşanması gerektiğini düşünen kimselerdir. Bu gerçek, Müslümanların onlara yaklaşımında da önemli bir ölçüdür.
Allah bir ayette Allah'a ve ahiret gününe iman ederek salih amellerde bulunan Yahudiler ve Hıristiyanların, bu iyi ahlaklarının karşılığını en güzel şekilde alacaklarını haber vermiştir:
Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabiiler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.76
Bu ayetin anlamı apaçıktır. Müslüman, Yahudi veya Hıristiyan olsun, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve salih amellerde bulunanlar müjdelenmekte; söz konusu mü’minlerin kurtuluşa ve esenliğe kavuşacakları haber verilmektedir. Maide Suresi'nin 48. ayetinde ise, insanlar için "farklı bir şeriat ve yol-yöntem kılındığı", sorumluluklarının ise "hayırlarda yarışmak" olduğu belirtilmiştir. Bu da ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister Müslüman olsun samimi olarak Allah'a ve ahiret gününe iman eden tüm inananların güzellikle davranmaları ve Allah rızası için hayırlarda yarışmaları gerektiğini göstermektedir. Bu durumda Müslümanların, kendileri gibi Allah'a iman eden, salih amelde bulunan ve güzel ahlak gösteren kimselere katı veya hoşgörüsüz davranmaları mümkün değildir. Nitekim, İslam tarihi de bunu kanıtlar.
Hz. Muhammed (sav) döneminden başlayarak, İslam topraklarında her zaman için tam anlamıyla bir din özgürlüğü hakim olmuştur. Yahudilerin ve Hıristiyanların inançları, ibadetleri, kiliseleri, sinagogları, din eğitimi veren okulları Müslümanların güvencesi altına alınmıştır. Havralar ve kiliselerin korunacağına dair garantiler, Peygamberimiz (sav) döneminden başlamak üzere, Kitap Ehli ile yapılan sözleşmelerde yer alan önemli hükümlerdir. Ayrıca ilk dönemlerde yapılan anlaşmalarda, Müslümanların yolculukları sırasında güzergahları üzerinde bulunan manastırlarda kalmalarına müsaade edilmesine dair maddeler de bulunmaktadır. Bu da, Müslümanların Kitap Ehli ile ilişkilerini karşılıklı saygı zemini üzerinde geliştirmeye, onlarla diyalog halinde olmaya özen gösterdiklerine bir işarettir. Buna dayanarak pek çok Müslüman'ın, gerek konaklamak gerekse yemek ihtiyaçlarını gidermek için yolculukları ve fetihleri sırasında manastırları ziyaret ettikleri, hatta kimi zaman edebi sohbetler için manastırları tercih ettikleri tarihi kaynaklarda anlatılmaktadır.
Kitap Ehli de çoğu zaman Müslümanların bu yaklaşımına sıcaklıkla karşılık vermiştir. Suriye Hıristiyanlarının, Ebu Ubeyde'ye sundukları ve tarihe Ömer Akdi olarak geçen belgede yer alan şu ifadeler dikkat çekicidir:
Gece veya gündüz kiliselerimizi Müslümanlardan esirgemeyeceğiz, onların kapılarını yolculara ve yolda kalmışlara açık tutacağız. Müslüman yolcuyu geleneksel usulümüzle ağırlayacağız ve onları besleyeceğiz. Müslümanları incitmeyeceğiz ve her kim bir Müslüman'ı incitirse kendi haklarını ceza olarak kaybedecektir.77
Kur'an'da bildirilen, "... Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi... " (Hac Suresi, 40) ayetiyle de dikkat çekildiği gibi, Müslümanlar için Kitap Ehli'nin ibadethaneleri Allah'ın adının anıldığı kutsal mekanlardır ve bu mekanların korunması iman edenlerin üzerine bir sorumluluktur. Dolayısıyla, başta Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (sav) dönemi olmak üzere, Dört Halife Dönemi ve daha sonraki İslam idarelerinde Hıristiyanların ve Yahudilerin kutsal mekanları özenle korunmuş, inananların mabetlerinde diledikleri gibi ibadetlerini yerine getirmeleri sağlanmıştır. Örneğin, Hz. Ebubekir döneminde, barışçıl yollarla fethedilen Taberriye şehrinde yaşayan Hıristiyanlara, kiliselerine dokunulmayacağına dair garanti verildiği tarihi belgelerde yer almaktadır. Aynı şekilde, Dımeşk'in fethi sırasında yapılan anlaşmada, kiliselerin yıkılmayacağı ve mesken edinilmeyeceği özellikle vurgulanmıştır. Hz. Ömer'in Kudüs halkına verdiği emannamede de Kitap Ehli'nin ibadethanelerine dokunulmayacağı bildirilmektedir. Hz. Osman döneminde, bir Ermeni kenti olan Debil'in fethi sırasında, şehirde yaşayan Hıristiyanlar, Yahudiler ve Mecusilere verilen emannamede, mabetlerin korunacağı garantisi sunulmuştur. Ayrıca yıkılan kiliselerin onarılmasına, yeni havraların ve manastırların inşa edilmesine de her zaman müsaade edilmiştir. Örneğin, Medain dışında bulunan ve Patrik Mar Amme tarafından daha önce yakılmış olan St. Sergius Manastırı, Hz. Osman döneminde yeniden inşa edilmiştir. Mısır valisi Ukbe'nin Nasturilerin yaptırdıkları bir manastıra yardımda bulunması, Muaviye döneminde Urfa Kilisesi'nin tamir ettirilmesi, İskenderiye'de Marcos Kilisesi'nin inşa ettirilmesi gibi daha pek çok örnek sayılabilir. Günümüzde Filistin, Suriye, Ürdün, Mısır ve Irak topraklarında yer alan kilise ve sinagogların hâlâ varlığını koruyor olması, Müslümanların diğer İlahi dinlere olan saygısının bir göstergesidir. Bugün Hıristiyanlar tarafından önemli ziyaret alanlarından biri olarak kabul edilen Tur Dağı'ndaki Sina Manastırı ve bu kilisenin hemen yanındaki cami, Müslümanların hoşgörüsünün bir diğer örneğidir.
Kitap Ehli geleneklerinin ve inançlarının önemli bir parçası olan bayramlarını da Müslüman idaresinde istedikleri mabette, istedikleri şekilde kutlamışlar, hatta kimi zaman Müslüman idareciler de bu kutlamalarda yer almışlardır. III. Nasturi Patriği'nin yazdığı bir mektup, Müslüman yöneticilerin Kitap Ehli'ne karşı merhametini ve hoşgörüsünü bir Hıristiyan'ın ağzından anlatması bakımından güzel bir örnektir:
Araplar… bizlere hiç zulmetmediler. Gerçekten onlar, dinimize, din görevlilerimize, kilise ve manastırlarımıza hürmet gösterdiler…78
12. yüzyılın ünlü Yahudi seyyahlarından Tudelalı Benjamin ise, Müslüman topraklarını ziyareti sırasında gördüğü hoşgörü ve ortak yaşama kültürü karşısında hayranlığını gizleyemez. Böyle bir hoşgörüye dönemin Hıristiyan Avrupasında rastlamanın mümkün olmadığını ifade eder. Müslümanlar ve Yahudilerin türbelerde ve kutsal mekanlarda bir arada dua ettiklerini belirten Benjamin, sinagogların hemen yanında mescitler inşa edildiğini ve her iki cemaatin de birbirlerinin bayramlarını kutladıklarını anlatmıştır.
Bütün bu tarihi bilgiler açıkça göstermektedir ki, günümüzde bazı çevrelerin telkinlerinin aksine, İslamiyet bir barış ve hoşgörü dinidir. İslam idaresi altında Hıristiyanlar ve Yahudiler diledikleri gibi yaşamışlar, din ve vicdan özgürlüğünün sağladığı tüm imkanlardan faydalanmışlardır.
Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanların idaresinde her türlü özgürlükten en yüksek derecede faydalanma imkanına sahipken, benzer bir hoşgörü ve merhameti diğer dinlerin mensuplarından görmemişlerdir. Milattan sonra ilk yüzyılda Yahudiler Hıristiyanlara karşı baskı uygularken, sonraki yüzyıllarda güçlenen Hıristiyanlar da Yahudilere ve hatta farklı mezheplerden Hıristiyanlara karşı baskı uygulamışlardır. Özellikle Ortaçağ'a egemen olan bu baskı, pek çok Yahudi ve farklı mezhepten Hıristiyan'ın, Müslümanların merhametine ve korumasına sığınmalarına neden olmuştur. İslamiyet'in ilk dönemlerinde Bizanslıların Mısır ve diğer bölgelerdeki Yakubi Hıristiyanlarına karşı; Haçlı Seferleri sırasında Katoliklerin, güzergahları üzerindeki Kudüs ve çevresinde yaşayan Yahudilere ve Ortodokslara karşı; Avrupa'da Hıristiyanların Yahudilere karşı; İspanya'da Hıristiyanların, Müslümanlara ve Yahudilere karşı izledikleri baskı ve şiddet politikasının benzerine İslam topraklarında hiçbir zaman rastlanmamıştır.
Bu hoşgörünün en önemli örneklerinden biri hiç kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu'dur. Antalya Patriği Makarios'un, Ortodokslara zulmeden Katolik Polonyalıları Osmanlı idaresiyle kıyaslayan şu sözleri bu gerçeği gösteren örneklerden sadece bir tanesidir:
O imansızlar tarafından öldürülen binlerce insana, kadın, kız ve erkeklere ağladık. Lehliler Ortodoks adını dünyadan kaldırmak istiyorlar. Allah Türklerin devletini ebedi eylesin. Zira Türkler vergi aldıktan sonra Hıristiyan ve Yahudilerin dinlerine dokunmazlar.79
İspanyol zulmünden kaçan Yahudiler de aradıkları huzuru ve güvenliği yalnızca Osmanlı topraklarında bulmuşlardır. İspanya'dan sürülen ve çeşitli ülkelere sığınan Yahudiler bu topraklarda da çok büyük zorluk ve sıkıntılarla karşılaştılar. Çoğu kentlere girmelerine izin verilmediği için açlık ve susuzluktan şehir girişlerinde hayatlarını kaybettiler. Cenovalıların gemilerinde yolculuk edenler ise, gemi çalışanları tarafından ya zulme uğradılar ya da esir olarak korsanlara satıldılar. İmparatorluğu'nun sınırlarını Yahudilere açan Sultan Bayezit ise, Yahudilere gereken hoşgörü ve özenin gösterilmesi için tüm eyaletlere bir ferman gönderdi. Fermanda, "İspanya Yahudilerini geri çevirmek şöyle dursun, tam bir içtenlikle karşılanmaları; aksine hareket ederek göçmenlere kötü muamele yapacakların veya en ufak bir zarara sebebiyet vereceklerin ölümle cezalandırılacakları..." bildiriliyordu. Dindarlığı ile tarihe geçmiş olan Sultan Bayezit'in bu misafirperverliği ve hoşgörüsü, hiç kuşkusuz Kur'an ahlakına olan bağlılığından kaynaklanıyordu.
Kitap Ehli'nin İslam idaresi altında son derece rahat ve müreffeh bir yaşam sürdüklerinin bir diğer örneği de, Endülüs'teki Müslüman Emevi devletidir. Bu devlette, o dönemin Avrupa'sında eşi görülmemiş yüksek bir medeniyet kurulmuştur. Dini hoşgörü ise bu medeniyetin temel özelliklerinden biri olmuştur. Hıristiyan saldırıları karşısında yüzyıllar içinde küçülen Endülüs'ün son parçası olan Gırnata'da yaşayan Yahudiler için tarihi kaynaklarda yer alan; "Yahudilerin Gırnata'daki muhteşem yaşamlarını görmeyenler görkem nedir bilmiyorlar demektir." ifadesi, dikkat çekicidir. O dönemde Gırnata, Yahudiler için dünyanın en güvenli topraklarıdır.
İslam idaresi ile birlikte ahalisi huzur bulan topraklardan biri de Filistin'dir. Filistin'de yaşayan Yahudi ve Hıristiyan cemaatler, İslam idaresinin olduğu dönemlerde inanç özgürlüğüne sahip olmuş, Müslümanların yönetimi altında huzur ve güvenlik içinde yaşamışlar, ticaret ve zanaatla serbestçe ilgilenmişlerdir. Son olarak Osmanlı İmparatorluğu bölgede 500 yıl boyunca barışı ve güvenliği sağlamış, Osmanlı'nın kurduğu nizamı daha sonra yeniden inşa etmek mümkün olmamıştır. Osmanlı'nın Kudüs ve çevresine getirdiği özgürlük ve hoşgörü İsrail Dışişleri eski Bakanlarından Abba Eban tarafından şu şekilde ifade edilmektedir:
Romalılardan ve her istilacıdan sadece zulüm, kan ve işkenceye layık görülen Kudüs ve Yahudi halkı ancak ve ancak Yavuz Sultan Selim'in Kudüs'ü fethetmesinden ve bu fethin Kanuni tarafından pekiştirilmesinden sonradır ki, insanca yaşamanın, eşitliğin ne demek olduğunu ve huzur tadının ne anlama geldiğini öğrendi.80
Sadece Filistin'de değil, İslam dünyasının dört bir yanında Müslümanlarla Yahudiler ve Hıristiyanlar asırlar boyunca aynı şehirlerde, hatta aynı mahallelerde bir arada huzur ve güvenlik içinde yaşamışlardır. Ehl-i Kitap mensupları, Müslümanların yönetiminde olan bölgelerde, diledikleri gibi ticaretle uğraşıp mal sahibi olmuşlar, çeşitli meslek gruplarına dahil olabildikleri gibi devlet kademelerinde, hatta Saray'da dahi görev almışlardır. Fikir ve düşünce özgürlüğünden en üst düzeyde faydalanmış, ilim ve kültür hayatının bir parçası haline gelmiş ve günümüze kadar gelen eserler bırakmışlardır. Sosyal haklarını kullanmalarına engel olabilecek hiçbir baskı ile karşılaşmadıkları gibi, inanç ve ibadet özgürlüğünden de en üst seviyede faydalanmışlardır. Örneğin Abbasi sarayında görev yapan Hıristiyan doktorların, aileleri ve yanlarında çalışanlar ile birlikte İncil okumalarına, ibadetlerini yerine getirmelerine karışılmadığı, tarihi kaynaklarda yer alan bir bilgidir.
İslam dünyasında bilime ve bilim adamlarına verilen önem, Hıristiyan ve Yahudi bilim adamlarının da bizzat Halifeler tarafından korunmasını sağlamıştı. İslam topraklarında farklı dinlerden bilim adamları devlet yöneticileri tarafından düzenlenen toplantılarda bir araya gelir, ilmi sohbetler düzenlenirdi. Hıristiyan ve Yahudi hekimler, Müslüman meslektaşlarıyla fikir alışverişinde bulunur, dönemin pek çok önemli tıp eseri, Halifenin ya da devlet erkanının huzurunda yapılan toplantı ve tartışmalarda ele alınırdı.
İslam idaresi altında, Kitap Ehli'nin çok canlı bir kültür hayatı vardı. Müslüman devlet adamları, fethedilen topraklardaki kültürel çalışmaları koruma altına alıyor ve bunları İslam İmparatorluğu'nun başkenti olan Bağdat'a getirterek, Müslüman ve Kitap Ehli'nden bilim adamlarının araştırmalarına açıyorlardı. Hıristiyanlar ve Yahudiler de bu araştırmalara dayanarak hazırladıkları eserlerini ve ayrıca kendi dini inançlarını halklarına öğretmek için hazırladıkları çalışmaları diledikleri gibi çoğaltıp dağıtabiliyorlardı. Müslümanların bilimi ve fikir özgürlüğünü destekledikleri böyle bir dönemde, Hıristiyanlığın merkezi konumundaki Avrupa'da ise engisizyon mahkemeleri insanları düşünce ve inançlarından dolayı diri diri yakarak idam ettirebiliyordu.
Müslüman liderlerin adalet anlayışı, kimi Yahudi ve Hıristiyanların, kendi kanunlarının geçerli olduğu mahkemeler olmasına rağmen, davalarının İslam mahkemelerinde görülmesini istemelerine de neden olmuştur. Bir dönem İslam mahkemelerine başvuran Hıristiyanların sayısındaki artış nedeniyle, Nasturi Patriği Timasavus Hıristiyanları uyaran bir bildirge yayınlama ihtiyacı hissetmiştir.
İslam tarihinde görülen bu eşsiz hoşgörü ve adalet anlayışının temeli elbette Kur'an ahlakıdır. Kur'an ahlakını uygulayan Müslümanların idaresindeki topraklarda her zaman güvenlik, adalet ve barış hakim olmuştur. Halkın mutluluğunu ve refahını esas alan bu yönetimler, kendilerinden sonra gelen pek çok nesile örnek olacak bir sistem kurmuşlardır. Günümüzde de merhameti, şefkati, adaleti, anlayışı, tevazuyu, sabrı, fedakarlığı, özveriyi emreden gerçek Kur'an ahlakının İslam dünyasında yaygınlaşmasıyla hem Müslümanların, hem de gayri Müslimlerin huzur ve güvenlik bulacakları bir düzenin inşa edilmesi mümkün olacaktır.
Fetihlerle kazanılan topraklarda yaşayan Kitap Ehli, esir statüsünde değil, zımmi statüsünde görülüyor ve böylece önemli hukuki haklar kazanmış oluyorlardı. Zımmilik, cizye adı verilen belirli bir miktar vergiyi ödeyen ve Müslüman idaresini tanıyan gayri Müslimlere tanınan bir statü idi. Buna bağlı olarak can ve mal güvenceleri sağlanıyor, din ve vicdan hürriyetinden faydalanıyorlar, askerlikten muaf tutuluyorlar, aralarındaki anlaşmazlıkları kendi hukuklarına göre çözme hakkını koruyorlar ve eğer gerekli görülürse ödedikleri cizye de kimi zaman iade ediliyordu.
Gayri Müslimlerden cizye vergisinin alınması kimi zaman yanlış yorumlanmakta, sözde bir adaletsizlik olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu ön yargılı ve yanlış bir yorumdur. İslam idaresinde Müslüman halktan cizye vergisi alınmamaktadır, çünkü onlara da askerlik yapma yükümlülüğü getirilmiştir, gayri Müslimler ise bu yükümlülükten muaf tutulmuştur. Bunun dışında, gayri Müslimlerden alınan cizye vergisi yine gayri Müslimlerin haklarının ve geleceklerinin korunması, muhtaç durumdaki gayri Müslimlerin bakılıp korunması için kullanılmıştır. Zımmilik statüsünü ve Müslüman idarecilerin cizye ile ilgili uygulamalarını incelediğimizde, kimi ön yargılı değerlendirmelerin gerçekten uzak oldukları bir kez daha görülecektir.
Peygamber Efendimiz (sav), "her kim zımmiye zulmeder veya taşımaktan aciz olduğu yükü yüklerse, o kimsenin hasmıyım" diyerek zımmilere gösterilmesi gereken tavrı müminlere tarif etmişti. Bu ahlak doğrultusunda Müslümanlar, kendi idareleri altındaki gayri Müslimlerin korunmasını önemli yükümlülüklerinden biri olarak görmüşlerdir. Müslümanların hukuk anlayışlarına göre, zımmiler devlet tarafından korunması gereken bazı haklar kazanmış bir kesimdir. Hz. Ömer döneminde Hira Hıristiyanları ile Müslümanlar arasında yapılan anlaşmada yer alan "Şayet onlardan biri güçten düşer ve yaşlanırsa veya hastalıktan acı çekerse veya zengin iken yoksullaşırsa, o ve ailesi İslam toprakları içerisinde bulundukları sürece beytü'l-maldan (kamu hazinesi) yardım görecektir" maddesi, İslam idaresinin zımmilere karşı bakış açısını gösteren önemli örneklerden biridir. Gayri Müslimlerin, vergilerini ödeyemeyecek durumda olduklarında da, devlet hazinesinden yardım görmeleri ve sıkıntılarının giderilmesi için devletin kendilerine yardım etmesi önemli bir husustur. Şam halkıyla yapılan anlaşma öncesinde Hz. Ömer'in yaptığı açıklama, cizye ve gayri Müslimler konusunda Müslümanların hassasiyetini göstermesi açısından önemlidir:
Allah'ın lütfettiği toprakları insanların ellerinden almayın ve Allah'ın Kitabında belirttiği gibi güçlerine göre cizye koyun. Şayet cizye onlar tarafından ödenirse daha fazlasını istemeyin... Toprakları kendi aramızda paylaşırsak evlatlarına hiçbir şey kalmayacaktır. Eğer topraklar asıl sahiplerine bırakılırsa Müslümanlar onların ürettiği ile yaşayabilirler. Onların üzerine cizye koyabilirsiniz, ama asla onları esir alamazsınız. Onları incitecek ya da onlara zarar verecek haksızlığı yapamazsınız ve üzerinde hakkınız olmadıkça onların mallarını alamazsınız. Onlarla yaptığınız anlaşmalarla kabul ettiğiniz yükümlülükleri yerine getirmek zorundasınız.81
Görüldüğü gibi Kur'an ahlakına uyan samimi Müslümanlar, gayri Müslimlerin mal ve can güvenliğini, huzurunu korumayı bir yükümlülük olarak görmüşlerdir. Bizans ordusu ile yapılan bir savaş sırasında, İslam ordularının Hıristiyanlara gerekli korumayı sağlayamayacakları bir ortam oluştuğunda, aldıkları cizyeyi onlara iade etmeleri Peygamberimizin (sav) Müslümanlara öğrettiği İslam ahlakının güzel örneklerinden bir diğeridir.
Geçmişte İslam dünyası ve Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında kurulan dostane ilişkiler, günümüz için de önemli bir örnektir. Gerçek İslam ahlakı, farklı dinlere ve inançlara mensup kimselere hoşgörü ile yaklaşmayı, onların değerlerine ve inançlarına saygı göstermeyi, birarada huzur içinde yaşanabilecek bir ortam tesis etmeyi gerektirir. Dolayısıyla bu ahlakın yaygınlaşması ve böylece İslam adına ortaya konan -ancak İslam ahlakı ile hiçbir ilgisi bulunmayan- bazı çarpık modellerin tedavi edilmesi için gösterilen çaba, dünya barışının sağlanmasında çok önemli bir adım olacaktır.
Müslümanların hoşgörü ve anlayışının, samimi olarak iman eden Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından da aynı şekilde karşılık bulması gerekir. Çünkü Allah, Yahudi ve Hıristiyanlara da diğer insanları sevmelerini, iyiliğin ve barışın öncüsü olmalarını emretmiştir.
Bediüzzaman, Müslümanlar ve Hıristiyanların temel konularda bir araya gelerek ihtilaflı meseleleri gündeme getirmeme teklifini getiren bir inanç adamıdır. O, 1946'da, İkinci Dünya Savaşının hemen ardından "Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyan'ın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor."82 tespitinde bulunmuştur.
Said Nursî için insanın mutluluğunun ve ahlâken müstakim oluşunun düşmanı, imansızlık, dinsizliktir. Müşterek bir düşmanla, "mütecaviz dinsizler"le yüzyüze gelen Müslümanlar, Said Nursî'ye göre, "değil yalnız kendi dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, ... ittifaka muhtaçtırlar."83
Müslümanlar ve Hıristiyanların küfr-ü mutlaka karşı yapılacak ittifak teklifi çok önemlidir. Kur'an bu bağlamda Müslümanlara şunu emreder: De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: 'Sahit olun biz Müslümanlarız'84
Bir başka ayette de: İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur'85 diye buyrulmaktadır.
İslam tarihinde sözkonusu ittifak Hz. Peygamber ve ashabı tarafından oluşturulmuştur. Mekke'deki müşriklerin baskısı altında iken Habeşistan'a yani Etiyopya'ya Cafer b. Ebi Talip'in öncülüğünde bir grup Müslüman göç etmişlerdir. Ancak müşrikler karşı önlem olarak Amr bin As öncülüğünde bir heyeti Necaşi'ye gönderdiler. Müslümanlar ve müşrikler Necaşi'nin tahtı önünde davalarını savundular ve farklılıkları hususunda tartıştılar. Bunun üzerine Necaşi Müslümanlara Hz. İsa ve Hıristiyanlık konusundaki görüşlerini sordu. Bunun üzerine Cafer b. Ebi Talip, Meryem Suresi'nden, Hz. İsa'nın doğumunu anlatan bir bölüm okudu. Necaşi duygulanarak ağlamaya başladı. Kur'an'da bu hususta aşağıdaki ayetler yer almaktadır: İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Biz Hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar. Peygamber'e indirileni (Kur'an) dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar: "Ey Rabbimiz iman ettik, bizi de şahitlerden yaz" derler. "Hem biz Rabbimizin bizi iyi kişilerle birlikte (cennete) sokmasını arzulayıp dururken, neden Allah'a ve hak olarak bize gelen şeylere inanmayalım!86
Hazret-i Peygamber de Bir hadiste, "Gelecekte sizler Rumlar ve Romalılarla barış yapacaksınız. Bu size barış ve güvenliği sağlayacaktır. Ve sizler müşterek düşmanınıza karşı savaşacaksınız." buyurarak ittifak yoluna işaret etmektedir.87 Bu sebeple geçici olarak tartışmayı ve aramızdaki görüş ayrılıklarını bir kenara bırakıp, müşterek düşmanımız olan küfr-ü mutlaka karşı mücadele etmeliyiz.
Bediüzzaman, Hıristiyanlarla uzlaşma ve dostluk inşası yönünde kendi kişisel gayretlerini de ortaya koyarak 1950'de, Roma'ya, Papa XII. Pius'a, Risale-i Nur Külliyatı’nı göndermiş ve cevaben, 22 Şubat 1951'de, şahsî bir teşekkür mektubu almıştır. Bu olay, İkinci Vatikan Konsülünde Katolik Kilisesinin Müslümanlara duyduğu saygı ve hürmeti ilan ve de İslâm'ın gerçekten bir selamet ve necat yolu olduğunu beyan etmesinden yalnızca on yıl önce vuku bulmuştur.88Said Nursî, aynı şekilde, 1953'te, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında mütecaviz dinsizliğe karşı işbirliği temini için, İstanbul'da Patrik Athenagoras'ı ziyaret etmiştir.
Bediüzzaman, "Bir Müslüman bir Yahudi veya Hıristiyan'ı sevebilir mi?" sorusunu gündeme getirir ve cevaben, Müslüman bir erkeğin Kitap Ehli bir kadınla evlenebilmesi örneğini verir. "Ehl-i Kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin."89 Onun Hıristiyanlarla dost olunabileceği tezi, şeriatın bir Müslüman erkeğe bir Yahudi veya Hıristiyan kadınla evlenmesine izin verdiği gerçeğine dayanmaktadır -ki, insan eşini sever, sevmesi de gerekir.
DEMOGOJİ YAPIYOR.
Bediüzzaman, Hz. Muhammed'in kıyametin vukuundan önce Hz. İsa'nın dönüşü ile ilgili hadis rivayetlerinin sıhhatini kabul eder. "Madem Kadîr-i Külli Şey va'detmiş, elbette yapacaktır," Hz. İsa'yı gönderecektir. Halihazırda, İsa aleyhisselam, İdris aleyhisselam gibi, "cism-i dünyevîsiyle beraber semavatta" bulunur. Fakat, ahir zamanda, Deccal'a karşı mücadele etmek ve onu öldürmek üzere yeryüzüne geri dönecektir.90 İlgili hadisin anlamı, Said Nursî'nin söylediği üzere, şahs-ı manevî kavramı muvacehesinde anlaşılmalıdır.
Bu bakımdan, Said Nursî'nin Hıristiyanlıkta vuku bulmasını beklediği tasaffi, yani arınmanın türü, Hıristiyanların İslâm'a girmek için dinlerini terketmesi değil; ondan ziyade, onların hayır olan şeye zaten sahip olan dinlerini tamamlamaları, kemale erdirmeleridir. Ehl-i Kitabı muhatap alan bir Kur'an âyetini tefsir bâbında Bediüzzaman, "Kur'an ... size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'an, ... tadil ve tekmil edicidir.Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir."91 der.
Bediüzzaman, meşhur Hutbe-i Şâmiye'sinde, medeniyetin üzerinde inşa olunacağı dördüncü kelimenin muhabbet (sevgi) olduğunu söyler. "Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır."92 O, bunları söylerken, "Husumet ve adavetin vakti bitti" hükmüne ulaşmıştır.
Yahudilik İçin Kaynaklar:
Albo, Yosef, Sefer Ha-İkkarim, İbranîce-İngilizce, Tahkikli İbranice Metni İngilizce Tercümesiyle Birlikte Neşreden: Isaac Husik, Philadelphia 1946 (IV cilt).
Birnbaum, Philip, Encyclopedia of Jewish Concepts, New York 1991.
Casper, Bernard M., An introduction to the Jewish Bible, Gr Britain 1960.
David J. Goldberg-John D. Rayner, The Jewish People: Their History and Their Religion, Gr. Britain 1987.
Dynamic Judaism: The Essential Writings of Mordechai Menahem Kaplan, derleyen: Emanuel S. Goldsmith-Mel Scutt, New York 1985, sf. 241.
Einstein, Ira, Judaism Under Freedom, New York 1956.
El-Kirkisanî, Yakub, Kitabu'l-Envâr ve'l-Merakıb, Leningrad Devlet Halk Kütüphanesi ve British Museum'daki Yazmalardan Tahkik Edip Neşreden: Leon Nemoy, The Alexander Kohut Memorial Foundation, New York 1939.
Eliyahu Rabah, (Tanna de be Eliyahu, İbranice'den İngilizceye Çev: William G. Braude-İsrael J. Kapstein, Philadelphia 1981, içinde)
Gaon, Saadya,The Book of Beliefs and Opinions, Arapça ve İbranice'den çev: Samuel Rosenblatt, Yale Judaica Series, New Haven 1976.
Gerim, (Mesaktot Kıtanot, İbranice-İngilizce, İngilizce Çevirinin Editörü: Avraham Kohen, Soncino Press, London 1984, içinde).
Goitein, S.D., Jews and Arabs: Their Contacts Through the Ages, New York 1955.
Halevi, Yehuda, Khuzari, İngilizceye çev: Hartwig Hirschfeld, Shocken Books, New York 1964.
İbn Habib, Yaakov, En Yaakov, İbranice-İngilizce, İngilizce'ye Çev: S.H. Glick, New York 5682 (V cilt)
Jacobs, Louis, Jewish Law, New York 1968.
Kaplan, Aryeh, A Handbook of Jewis Thought, Jerusalem 1979.
Kaplan, M. Menahem, Judaism As A Civilization, The Jewish Publication Society of America And The Reconstructionist Press, USA 1981.
Kaplan, M. Menahem, The Future of American Jew, New York 1949.
Kolatch, Alfred J., The second Jewish Book of Why, New York 1985.
Maimonides, Mişne Tora, giriş ilavesiyle İngilizçeye çev: Philip Birnbaum, New York 1974.
Milon İvrî-Angli/Angli-İvrî, Hazırlayan: Dov ben Abba, New York 1977.
Neusner, Jacob, Judaism in the Secular Age, London 1970.
Newman, Yacov-G. Sivan, Judaism A-Z, Jerusalem 1980.
Parker, James, The Conflict of the Church and the Synogugue, USA ?
Rudasky, David, Modern Jewish Religious Movements, A History of Emancipation and Adjustment, New York 1967.
Schoeps, Hans Joachim, The Jewish-Christian Argument: A History of Theologies in Conflict, İngilizceye çeviren: David Green, Faber & Faber, London 1963.
Siddur Sefaradî, İbranice-İngilizce, İngizce'ye Çev: Rabbi Nosson Scherman, The Art Scroll Mesorah Series, Brooklyn 1990.
Sifre on Deuteronomy, Giriş ve Notlarla İbranice'den Çev: Reuven Hammer, USA 1986.
Strack, Hermann L., Introduction to the Talmud and Midrash, New York 1983.
Talmud Bavlî (TB), İbranice-İngilizce, İngilizce çevirinin editörü Yehezkel (İzidor) Epstein, Soncino Press, London 1984-1990.
The Judaism, Editör: Arthur Hertzberg, USA 1963.
Trepp, Leo, A History of the Jewish Experience, New York 1973, sf. 284.
Wyschogrod, Michael, "Musevilik Açısından İslâm ve Hıristiyanlık", İbrahimî Dinlerin Diyaloğu, çev: Mesut Karaşahan, İstanbul 1993.
Yanaroacak, Sara, "Tarihte Varlığımızı Yönlendirenler", Şalom, 5 Haziran 1996.
Zohar, Aramca ve İbranice'den İngilizce'ye Çev: Harry Sperling- Maurice Simon, Soncino Press, New York 1984.
Dipnotlar
1. Al-i İmran/85.
2. Araf/158.
3. Sebe/28.
4. Bakara/285.
5. Midraş Rabah, Bereşit Rabah, 34:8.
6. Asıl Adı Moşe ben Meymun'dur. İslâm dünyasında Musa bin Meymun olarak bilinir. XII. Yüzyılda Endülüs'te yetişmiş olan Maimonides, felsefe, kelam ve hukuk ilimlerinde otorite bir isimdir. Onun belirlemiş olduğu on üç maddelik iman esası Ortodoks Yahudiliğin iman esasları olarak bugün de geçerliliğini sürdürmektedir. Mora Nevukhim (Delâletü'l-Hâirîn) isimli kelam kitabı ile, Mişne Tora isimli hukuk kitabı Yahudi klasiklerinden sayılır.
7. Maimonides, Mişne Torah, Melakhim 9:1.
8. Maimonides, Mişne Torah, Melakhim, 8:11
9. Alfred J. Kolatch, The second Jewish Book of Why, New York 1985, s. 99.
10. Philip Birnbaum, Encyclopedia of Jewish Concepts, New York 1991, s. 92.
11. The Judaism, Editör: Arthur Hertzberg, USA 1963, s. 14-15.
12. Eliyahu Rabah, (Tanna de be Eliyahu, İbranice'den İngilizceye Çev: William G. Braude-İsrael J. Kapstein, Philadelphia 1981, içinde) 9.
13. II. Samuel, 7:19.
14. İşaya, 26:2.
15. Mezmurlar, 118:20.
16. Hertzberg, s. 16.
17. Ordotodoks dua kitabında (siddur) bu konuda şöyle bir dua cümlesi yer almaktadır: "Hamd sana alemlerin kralı Rabbimiz Yehova, ki, bizi goy yaratmadın" (bkz. Siddur Sefaradî, İbranice-İngilizce, İngizce'ye Çev: Rabbi Nosson Scherman, The Art Scroll Mesorah Series, Brooklyn 1990, s. 20).
18. Yosef Albo, Sefer Ha-İkkarim, İbranîce -İngilizce, Tahkikli İbranice Metni İngilizce Tercümesiyle Birlikte Neşreden: Isaac Husik, Philadelphia 1946 (IV cilt), I:25.
19. Tesniye, 23: 3-8.
20. Tesniye, 23: 3-4. Tevrat'taki bu hüküm, daha sonra Mişna bilgini Rabbiler tarafından iptal edilmiştir. Mişna'nın Yedayım bölümünde anlatıldığına göre, Yahudiliğe ihtida eden bir Ammonî cemaate katılmak istemiş, katı nasçı Rabban Gamaliel, Tevrat'taki hükmü delil getirerek, cemaate katılmasının mümkün olmadığını söylemiştir. Orada bulunan Rabbi Yeşu ise katılabileceğini, çünkü Musa zamanındaki Ammonîlerle o günkü Ammonîlerin aynı olmadığını, milletler arasında nesil karışıklığının meydana geldiğini belirtmiştir. Tartışma neticesinde, Ammonî'nin cemaate katılmasına müsaade edilmiştir (bkz. Mişna, Yedayım, IV:4).
21. Tesniye, 7:1-4; 20:16-17.
22. Tesniye, 23:7-8.
23. Hans Joachim Schoeps, The Jewish-Christian Argument: A History of Theologies in Conflict, İngilizceye çeviren: David Green, Faber & Faber, London 1963, s. 12.
24. Bkz. Ester, 8:17. Burada, "Yahudi oldular anlamında", "mityahdim" kelimesi kullanılmaktadır.
25. Talmud Bavlî (TB), İbranice-İngilizce, İngilizce çevirinin editörü Yehezkel (İzidor) Epstein, Soncino Press, London 1984-1990, Pesahim 87b; İbn Habib, Yaakov, En Yaakov, İbranice-İngilizce, İngilizce'ye Çev: S.H. Glick, New York 5682 (V cilt), Pesahim 87b.
26. Mişna yorumcusu Amoraim'in dördüncü neslinden olup Filistin ekolündendir. Bkz. Hermann L. Strack, Introduction to the Talmud and Midrash, New York 1983, s. 128.
27. Bkz. Schoeps, s. 12.
28. TB, Yevamot 47a; En Yaakov, Yevamot 47a.
29. TB, Yevamot, 47a-47b; En Yaakov, Yevamot, 47a-47b.
30. Bkz. Hertzberg, s. 16-17.
31. Albo, I: 25.
32. Albo, I: 26.
33. Alman Yahudilerinden Moses Mendelssohn (1729-1786), Reformist Yahudilik hareketinin öncüsüdür.
34. David Rudasky, Modern Jewish Religious Movements, A History of Emancipation and Adjustment, New York 1967, s. 61-62. Modern Yahudiliğin bu konudaki anlayışı hakkında ayrıca bkz. Michael Wyschogrod, s. 35-37.
35. Leo Trepp, A History of the Jewish Experience, New York 1973, s. 284.
36. 1983'de 103 yaşında ölen Mordecai Menahem Kaplan, Muhafazakar Yahudilik akademisi "The Jewish Theological Seminary of America"da uzun süre görev yapmış ve daha sonra bu hareketten ayrılarak kendi fikirleri çerçevesinde,1968'de, Yeniden yapılanmacı (Reconstruction) adını verdiği hareketi kurmuştur. Yeniden yapılanmacı Hareket, benimsediği ilkeler itibariyle, yelpazede Muhafazakar Yahudiliğin solunda, Reformistliğin sağında yer almıştır.
37. Dynamic Judaism: The Essential Writings of Mordechai Menahem Kaplan, derleyen: Emanuel S. Goldsmith-Mel Scutt, New York 1985, s. 241.
38. Kaplan, Judaism As A Civilization, The Jewish Publication Society of America And The Reconstructionist Press, USA 1981, s. 414.
39. Kaplan'ın bu görüşü, Yenidenyapılanmacı Mezhebin dua kitabı Siddur'da, temel prensip olarak yeralmıştır (bkz. Rudasky, s. 360).
40. Kaplan, The Future of American Jew, New York 1949, 382. Kaplan'ın bu görüşlerini damadı Ira Einstein da aynı şekilde savunmuştur (bkz. Einstein, Judaism Under Freedom, New York 1956, s. 70).
41. Rosenberg, sf. 84; Newmann-Sivan, s. 203.
42. Tsefanya, 3:9.
43. Wyschogrod, s. 41
44. Rosenberg, s. 84.
45. J. Neusner, Judaism in the Secular Age, London 1970, s. 71.
46. Rosenberg, s. 84.
47. Trepp, 136-137.
48. Hıristiyan sansüründen geçen nüshalarda bu kısım yoktur. Sanhedrin 107b'nin sansürlü basılı metinlerinde gösterilmeyen kısmında Nasıralı İsa'nın büyü yaptığı ve İsraili saptırdığı yer almaktadır (Bkz. TB, Sanhedrin 107, C2.diprot)
49. TB, Sanhedrin, 43a.
50. TB, Sanhedrin, 43a
51. TB, Şabat, 116a. Minim kelimesiyle Hıristiyanların da kasdedildiği hakkında (bkz. Schoeps, s. 14).
52. "Gillayon", İbranicede, sahife, kopya, levha ve vahiy gibi anlamlara gelmektedir (bkz. Milon İvrî Angli/Angli-İvrî, Hazırlayan: Dov ben Abba, New York 1977, s. 35).
53. TB, Şabat 116a. Daha sonra Yahudiler tarafından Hıristiyan İncilleri için kötü, şeytanî, günah kaynağı anlamlarına gelen "aven" ile "gillayon" kelimeleri birleştirilerek "Aven-Gillayon" denmiştir (bkz. James Parker, The Conflict of the Church and the Synogugue, USA ?, s. 109).
54. TB, Şabat 116a. Talmud'un aynı yerinde, Hıristiyanlarla Mecusiler mukayese edilir; bir rabbinin bir Be-Abadan'a (Mecusi mabedi) giremeyeceği , özellikle bir Be-Nizrefe'ye (Hıristiyan mabedi) hiç girmemesi gerektiği, bunun karşılığında sıradan bir Yahudinin bir Be-Nizrefe'ye giremiyeceği, fakat bir Be-Abadan'a girebileceği hükmü verilir (TB, Şabat, 116a). Burada, Hıristiyanların Mecusilerden daha tehlikeli olduğu vurgulanmaktadır.
55. Kolatch, s. 72.
56. Ezekiel 18:3-17
57. Yahudiler bu anlayışlarını Mika'daki şu cümleye dayandırırlar: "Çünkü bütün kavimlerin her biri kendi ilahının ismiyle yürüyor; fakat biz daima ve ebediyyen Allahımız Rabbin ismi ile yürürüz" (Mika, 4:5).
58. Trepp, s 133-135.
59. Schoeps, s. 15.
60. Wyschogrod, s. 39.
61. Kolatch, 92.
62. Tekvin, 17, 21.bâblar.
63. Sifre on Deuteronomy, Giriş ve Notlarla İbranice'den Çev: Reuven Hammer, USA 1986, Piska 343.
64. Zohar, Şemot, II: 17a.
65. Zohar, Şemot, II: 17a
66. Bernard M Casper, An introduction to the Jewish Bible, Gr Britain 1960, s. 36. Bu konuda ayrıca bkz. S.D.Goitein, Jews and Arabs: Their Contacts Through the Ages, New York 1955, s. 62-63.
67. TB. Şabat, 11a.
68. Mercury, tanrıların elçisi ve ölülerin ruhlarının rehberi olan bir Roma tanrısıdır. O, aynı zamanda seyyahların da koruyucusudur. Bu yüzden, onun mabetleri yol güzergâhlarında bulunurdu. Yolcular bu mabetlere taşlar atarak Mercury'ye bağlılıklarını bildirirlerdi. Obadiah'ın hocası, Müslümanların Mekke'de şeytan taşlama ritüelini bu Roma tanrısına yapılan ritüel ile aynı görmüş ve bu yüzden Müslümanları putperest olarak telakki etmiştir.
69. Süleyman'ın Meselleri, 26:5.
70. Mezmurlar, 144:8.
71. Tsefanya, 3:13.
72. Rosenberg, s. 83.
73. Şalom, yıl 47, sayı, 2346. 24 Ağustos 1994.
74. Kasas Suresi, 56.
75. Bakara Suresi, 256.
76. Bakara Suresi, 62.
77. Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 223.
78. Frend, 289; Hamidullah, İslam Peygamberi, II. 920; Levent Öztürk, Asr-ı Saadetten Haçlı Seferlerine Kadar İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İz Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 55.
79. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1969, s. 193.
80. İlhan Bardakçı, "Biz Hiç Irk Olmamışız", Tercüman, 7 Mayıs 1983.
81. Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 216.
82. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, I/202.
83. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, 146; Sincerity and Brotherhood, İstanbul, 1991, s. 13.
84. Al-i İmran, 64.
85. Ankebut,46.
86. Maide, 82-84.
87. İbnu Mace, 4089; Ebu Davud, cihad 156; Melahim, 2,
88. Şükran Vahide, Bediuzzaman Said Nursi, s. 344.
89. Bediüzzaman Said Nursi, Münâzarat, s. 26-27.
90. Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbat, s. 6.
91. Bediüzzaman Said Nursi, İşâratü'l-İ'caz, İstanbul, 1978, s. 55-56.
92. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şâmiye, İstanbul, 1996, s. 49.
AÇIKLAMA+YETERSİZ
Said Nursî'nin Hıristiyanlıkta vuku bulmasını beklediği tasaffi, yani arınmanın türü, Hıristiyanların İslâm'a girmek için dinlerini terketmesi değil; ondan ziyade, onların hayır olan şeye zaten sahip olan dinlerini tamamlamaları, kemale erdirmeleridir. Ehl-i Kitabı muhatap alan bir Kur'an âyetini tefsir bâbında Bediüzzaman, "Kur'an ... size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'an, ... tadil ve tekmil edicidir.
BU GİBİ KİŞİLERE KANMAMAK İÇİN İSLAMİYETİ ÖĞRENMEN LAZIM KARDEŞİM
ÖNCELİKLE ŞU İSLAM AKİDE’SİNİ
İSLÂM AKİDESİ
Akideler ancak, kesinlik ifade eden delilden alınır. Akidenin delilinin kesin olması lazımdır. Çünkü Allahu Teâla zannî olana itikat edenleri zemmederek şöyle buyurmuştur : "Onlar zandan başkasına tabi olmazlar. Halbuki, zan haktan bir şey ifade etmez." [5] Bu hitapla akide hakkında konuşurken zanna tabî olanları teşhir edip azarlamıştır.
Allahu Teâlâ zanna bir delalet (sapıklık) olarak itibar etmiştir. Nitekim Allahu Teâlâ; "Eğer sen yeryüzündekilerin çoğunluğu
na itaat edersen seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başkasına uymazlar." [6] buyurmuştur. Allah zanna hiç bir zaman ilim (kesin delil) olarak itibar etmemiştir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu : "Onunla (inandıklarıyla) ilgili kendilerinde ilim (kesin delil) yoktur. Ancak, zanna uyarlar. Halbuki zan, haktan bir şeyi ifade etmez." [7]
[5] Necm : 28 
[6] En'am : 117 
[7] Nisa : 157
http://www.rasidihilafet.org/kitaplar/Ummetin_Misaki/index.htm
http://www.rasidihilafet.org/inceleme/sohbet/03.htm
https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=3396906044691833088#editor/target=post;postID=4585194006401709219;onPublishedMenu=allposts;onClosedMenu=allposts;postNum=1;src=postname
http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=595
YOK İSTEMEZ DERSEN O ZAMANDA DOLANDIRICILARIN DOLANDIRMASINDAN ŞİKAYET ETMEYE HAKKIN YOK.
https://scontent-b-ams.xx.fbcdn.net/hphotos-ash3/t1/67872_240134652824119_590613576_n.jpg
http://youtu.be/5z9nOf_8Yrk

Formun Altı
"Ey ehl-i kitap! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor." Üstadımız Hristiyanların kendi dininde kalarak Müslüman sayılacaklarını mı kastediyor acaba?
Yazar: Sorularla Risale, 12-4-2010
"Ey ehl-i kitap! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'ân, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tâdil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer'iyede tebeddül vardır. Çünkü, fer'î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa devâ iken, şahs-ı âhere dâ' olur. Bu sırdandır ki, Kur'ân, fer'î hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir."(1)
Ehl-i kitap ile İslam arasında ihtilaflı noktalar olduğu gibi, ittifak edilmiş noktalar da vardır. Hatta ittifak noktalar ihtilaf noktalardan daha fazladır. Mesela imanın altı şartı ve ibadet manasında Ehl-i kitap ile İslam müttefiktir. Fark sadece Ehl-i kitaba bir kısım sonradan ilave edilmiş batıl ve küfrü iktiza eden hususlardır ki, Kur’an onları tashih ve tadil ediyor. Bir Hristiyan İslam’a girdiği zaman yine imanın altı şartını ve ibadet manasını bulacak, terk edeceği sadece Allah’ın sıfatlarına yakışmayan teslis inancı ve buna benzer sonradan uydurulmuş hurafelerdir. Hristiyan birisinin alışık olduğu dini düzenin büyük bir kısmı, zaten kamil ve ala bir şekilde İslam'da var; öyle ise İslam olmasında kaybedecek bir şeyi yok, aksine kazanacak çok şeyi var, diyerek ikna yolu ile Ehl-i kitabı İslam’a davet ediyor.
Yoksa Hristiyan birisine sen o eski batıl inançlarında kal, ama gel Müslüman da ol denilmiyor.
Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'ân, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tâdil ve tekmil edicidir.”(2)
Bu cümleler ortada iken "Risale-i Nurların Hristiyan birisinin kendi dininde kaldığı halde İslam olabileceğini söylüyor" demek gerçekten çok sathi ve yüzeysel bir bakış olur. İslam bir Hristiyan’ı baştan sona yenilemiyor, sadece yanlış ve batıl cihetlerini temizleyip eski dininin esasına ve aslına yani Hazreti İsa (as)’in hakiki İseviliğine rücu ettiriyor. Hakiki İsevilik ile İslam zaten aynı kaynaktan beslenen iki pınar gibidir. Fark sadece detaydaki bazı hüküm ve kanunlardadır; zamanların değişmesi  ile hükümlerde değişir ki, İsevilikteki kanunlar değişip yerini İslam kanunları almıştır. Bu sebeple bir Hristiyan İslam olmakla çok şey kaybetmeyecek, aksine hakiki İseviliğe dönmüş olacak, deniliyor. Bu manaları anlamadan Üstad Hazretleri Hristiyan birisi batıl inançları ile beraber İslam olabiliyor, diye anlamak gerçekten çok komik olur.
Okunma Sayısı : 1617
BU DİALOGCU KİŞİLER İŞLERİ GÜÇLERİ MÜSLÜMANLARI YANILTMAKTIR.
BAK HADİS NE DİYOR..
- H z . Ömer Huzur-u Saadet'e geldi ve : "Ya Resulallah,
Beni Kureyza yahudilerinden bir tanışa söyledim. Bana Tevrat'dan
âyetler yazdı, getirdi. Görmek ister misiniz?" dedi. Peygamberimizin mübarek çehresi değişti. Abdullah bin Sabit diyor ki: "Ya
Ömer, Rasulullah'ın çehresini görmüyor musun?" dedim. Hz.
Ömer: "Rab olarak bana Allah'ım yeter, din olarak İslâmiyet
yeter, Peygamber olarak Muhammed Mustafa yeter."
dedi. Peygamberimizin çehresi yavaş yavaş aklaşıp buyurdu:
"Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer kardeşim M û s a dirilip aranıza gelseydi, siz de beni bırakıp ona uysaydınız dalâlete düşerdiniz!.. Ümmetlerden benim nasibime siz,
Peygamberlerden de sizin nasibinize ben düştüm."

-Rasulullah buyurdu : "Ehl-î kitap olan Yahudi ve Hıristiyan-
lara bir şey sormayınız. Onlar dalâlette olduklarından size doğru
yolu göstermezler. O zaman siz ya bâtılı tasdik edersiniz, yahut
da Hakkı tekzib... Allah'a yemin ederim ki, eğer Musa aranızda
olsaydı, bana uymaktan başka bir şey yapmazdı." Aynı hadisin baş-
ka bir rivayetinde son cümlesi şöyledir : "Eğer M û s a ve Isa
aranızda sağ olsalardı, bana uymaktan başka bir şey yapmamaları
gerekirdi."-
HADİSLER BÖYLE DEYİP DURURKEN DAHA HALA KAFİR TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN ÖVDÜĞÜ ALİMLERİ NE DİYE DESDEKLİYORSUNUZ..!!!



BU DİALOGCU KİŞİLER İŞLERİ GÜÇLERİ MÜSLÜMANLARI YANILTMAKTIR.

BAK HADİS NE DİYOR..

- H z . Ömer Huzur-u Saadet'e geldi ve : "Ya Resulallah,
Beni Kureyza yahudilerinden bir tanışa söyledim. Bana Tevrat'dan
âyetler yazdı, getirdi. Görmek ister misiniz?" dedi. Peygamberimi-
zin mübarek çehresi değişti. Abdullah bin Sabit diyor ki: "Ya
Ömer, Rasulullah'ın çehresini görmüyor musun?" dedim. Hz.
Ömer: "Rab olarak bana Allah'ım yeter, din olarak İslâmiyet
yeter, Peygamber olarak Muhammed Mustafa yeter."
dedi. Peygamberimizin çehresi yavaş yavaş aklaşıp buyurdu:
"Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer kar-
deşim M û s a dirilip aranıza gelseydi, siz de beni bırakıp ona
uysaydınız dalâlete düşerdiniz!.. Ümmetlerden benim nasibime siz,
Peygamberlerden de sizin nasibinize ben düştüm."

 

-Rasulullah buyurdu : "Ehl-î kitap olan Yahudi ve Hıristiyan-
lara bir şey sormayınız. Onlar dalâlette olduklarından size doğru
yolu göstermezler. O zaman siz ya bâtılı tasdik edersiniz, yahut
da Hakkı tekzib... Allah'a yemin ederim ki, eğer Musa aranızda
olsaydı, bana uymaktan başka bir şey yapmazdı." Aynı hadisin baş-
ka bir rivayetinde son cümlesi şöyledir : "Eğer M û s a ve Isa
aranızda sağ olsalardı, bana uymaktan başka bir şey yapmamaları
gerekirdi."-

HADİSLER BÖYLE DEYİP DURURKEN DAHA HALA KAFİR TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN ÖVDÜĞÜ ALİMLERİ NE DİYE DESDEKLİYORSUNUZ..!!!




Bizleri kur’an’ın nuruyla nurlandıran, hakka hidayet eden İslam ile şereflendiren Allah’a sonsuz hamt ve senalar olsun. Yeryüzünde güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen, iki cihan güneşi Hz. Muhammed (s.a.v.) e onun güzide al ve ashabına salât ve selam olsun.
Hak batıl mücadelesi Hz. Âdem’den hemen sonra Habil –Kabil olayı ile su yüzüne çıkmıştır. İnsanlık tarihinde hak ile batıl, nur ile zulmet, iman ile küfür hep birbiriyle mücadele içinde olmuştur. Bazen hak batıla galip gelmiş. Hakkın nuruyla yeryüzü aydınlanmış, insanlık huzur bulmuştur. Bazen da hak yolda olanların hakka sarılmalarında gevşek davrandıklarını gören batıl, üzerlerine çullanmıştır.
Hak ile batıl arasındaki bu mücadele kıyamete kadar devam edecektir. Bu mücadelede bize düşen haktan yana olmak, hakka sarılmak ve hakkı tutup kaldırmaktır.
Rabbim bizi hak ve hakikati anlayan, hakkın mücadelesini veren ve hak yolda yürüyen bahtiyar kullarından eylesin. Âmin.
Gayret bizden tevfik Allah’tan.
GÜZEL SÖZ GÜZEL AĞACA BENZER
“Görmedin mi Allah nasıl misal getirdi? Kelime-i Tayyibe’yi güzel sözü: kökü (yerde) sabit dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti. O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyve verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan pis bir ağaca benzer. Allah iman edenleri dünya hayatında da ahirette de değişmeyen sözle sağlam yolda yürütür. Buna mukabil Allah zalimleri saptırır. Allah dilediğini yapar.” (İbrahim/24-27)
Görmüyor musun Allah nasıl misaller getiriyor? Kâinatta bakmıyor musun? Böyle bir takım manevi şeylerde tereddüt mü ediyorsun? Her şeyin bir misali mutlaka vardır. Bütün manevi şeylerin benzeri dünyada mutlaka vardır. Yeter ki kafanı çevir şöyle dünyaya ibretle bir bak. Ne kadar maneviyat, ne kadar görülmeyen gerçekler varsa hepsinin dünyada bir benzeri vardır. Bundan ibret almalı.
Kelime-i Tayyibe (güzel söz) güzel bir ağaca benzer. Tefsir âlimleri Kelime-i Tayyibe’yi Kemle-i tevhit diye tefsir etmişlerdir. Şecer; ağaç demektir. Öyle bir ağaç ki, kökü yerin derinliklerin doğru inmiş, yere iyice yerleşmiş, kök salmış. Değme rüzgârlarla, fırtınalarla sarsılmıyor. Dallarıyla yapraklarıyla da gövdesi semaya doğru yükselmiş olan, Rabbinin izni ile her zaman, yaz kış üzerinden meyvesi eksilmeyen çok güzel bir ağaç.
Cenabı Zül Celal güzel sözü güzel ağaca benzetmiştir. Güzel sözden maksat yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İslam’ın şahadet kelimesidir. Kelime-i tevhittir. Ya da iyi olan her sözdür. Yani insanı hidayete götüren her sözdür. Güzel söz yani İslam kelimesi, müminin güzel amelleri semaya yükselir.
“Güzel söz Allah’a çıkar. İyi amelleri de Allah’a yükselten o (kelime-i Tayyibe)’dir.” (Fatır/10)
Mümin kimse hak sözü söyledikçe ve kelime-i şahadeti, kelime-i tevhidi çok zikrettikçe bu sözleri ve kelimeleri göğe yükselir. Bol sevaptan payına düşeni alır. Kelim-i Tayyibe ehline güzelliklerle dolu cennetler, sonsuz mutluluklar, sayısız nimetler ihsan eder Allah. Onlara orada daimi kalacaklar, Allah’ın lütfüne nail olacaklar.
İşte bütün bunlar kelime-i Tayyibe karşılığında verilen nimetlerdir. Allah’ı seven kalpleri, onu düşünen, tefekkür eden ruhları, Allah böyle sonsuz saadete gark eder. Onun için bol bol zikretmek lazım. Zikrullah’ı dilden düşürmemek lazım. Bir mürşide intisap emiş olan bir müminin çekmesi gereken bili bir tesbihatı vardır. Onu periyodik olarak çeker. Fakat her hangi bir mürşde intisap etmemiş olan mümin mutlak bir mürşit bulmalı, eteğine yapışmalıdır. Ya da en azından hiç olmazsa günde beş vakit namazın akabinde 33 defa ( la ilahe illallah) 33 defa salâvat’ı şerif 33 defa istiğfar etmeli ki, yapılan Salih ameli rabbimize çıksın.
Hz. Ayşe validemiz (r.anha) buyuruyor ki; Resulüllah (s.a.v.) vefatına yakın şu duayı çok okumaya başladı. “Sübhanallahi ve bi hamdihi vesteğfirullahe ve etubu ileyh” ben Resulüllah’ın bu halini görünce ona: Ya resulellah bu duayı çok okuduğunu görüyorum. Sen bundan önce bunu yapmazdın dedim. Resulüllah’ta (s.a.v.): “Yüce Rabbim ümmetimde bir alamet göreceğimi ve o alameti gördüğüm zaman kendisine çok çok tesbih tahmid ve istiğfar da bulunmaya memur olduğumu bildirmişti. İşte ben o alameti görmüş bulunuyorum o alamet inmiş olan Nasr suresidir” buyurdu.
“Kelime-i Tayyibe’yi güzel sözü: kökü (yerde) sabit dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti. O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyve verir.”
Allah misallerini bizim anlayacağımız şekilde veriyor. Kelime- Tayyibe’yi şecere-i Tayyibe’ye benzetiyor. Yani güzel sözü güzel bir ağaca benzetiyor. Öyle bir ağaç ki, kökü yerin derinliklerine inmiş. Yere iyice kök salmış, yerleşmiş, en şiddetli rüzgârlara, fırtınalara, kasırgalara dayana bilecek kadar sağlam. Dallarıyla yapraklarıyla da gövdesi semaya doğru yükselmiş, yaz kış üzerinde çok lezzetli meyvesi bulunan, insanlara hem deva hem gıda olan, tazesinde başka lezzet kurusunda başka lezzet bulunan bir ağaç…
Kelime-i Tayyibe bunun gibi öyle mübarek bir ağaçtır ki, o kesin delillerle sabittir. Kâfirler ve münafıklar tarafından batıl sözlerle asla sarsılmaz. Batıl yönden esen rüzgârlar ona en ufak bir tesirde bulunamaz. Zulmün kasırgaları onu yerinden oynatamaz. O müminin kalbinin, vicdanının derinliklerine kök salmış, yerleşmiştir. Şüphe tohumları, nifak, tehdit, baskı, zulüm, işkence ona hiçbir tesirde bulunamaz. Tıpkı Bilal-i Habeşi gibi… Zübeyir b. Avvam gibi… Musap gibi…
Bilal’ı kırbaçlıyorlar yetmiyor. Ayaklarından bağlayarak Mekke sokaklarında sürüklüyorlar az geliyor. Kızgın çöl sıcağında kızgın kumların üzerine yatırıyor göğsüne taşıyamayacağı büyüklükte koca bir kaya parçası koyuyorlar. “Allah’ı inkar et hubele iman etim de kurtul aksi taktirde hayatın böyle işkenceyle geçecek. Belki de bu işkencelere dayanamayıp bir gün işkence altında öleceksin. Ama bizim tanrılarımıza iman edersen kurtulursun” diyorlardı. Bilal o koca kayanın altında zorla aldığı nefesini “ehad, ehad” yani Allah bir Allah bir sözleriyle Allah yolunda harcıyordu. İşte o Bilal dünyada Resulüllah’ın müezzini oluyor. Ahretteki mükâfatını Allah ne ölçüde vereceğini kendisi bilir. İşte bu o ağacın meyvesi…
Zübeyir b. Avvam Hz. Ömer’in halifeliği döneminde bir kayanın arkasında yıkanırken Hz. Ömer onu görüyor. Vücudundaki büyük yara izleri Ömer’in gözüne ilişiyor. Zübeyir yıkandıktan sonra halifenin yanına gelince Hz. “Ömer soruyor: vücudundaki o büyük yara izleri nedir?” diye soruyor. Zübeyir: “gördün mü onları ey emir el müminin! Sekiz yaşında Müslüman olmuştum. Uzak yakın bütün akrabalarım bana düşman kesilmişlerdi. Herkes işkence ediyordu. Hele bir amcam vardı beni hasır’a sarar, sonra o hasır’ı yakardı. Çoğu zaman vücudumdan çıkan sular hasır’ı söndürürdü. İşte bu delikler gedikler ondan kalmadır.”
Bu gün bu yaşlardaki çocukların yaz kurslarında dinini öğrenmesi yasak. Ama ebeveynler o çocukları beraberinde camiye getirmeli camiyi sevdirmeli cemaate alıştırmalı hocayı sevdirmeli ki, büyüdüğünde İslam düşmanı hoca düşmanı olmasın. İman onun kalbine yazılsın, kök salsın.
İman kelime-i Tayyibe ile müminin kalbine kök salmıştır. Dinin diğer rükünleri olan namaz, oruç, zekât, hacc la da muhafaza altına alınmıştır.
İslam dini beş rükün üzerine bina esilmiştir. Ruhu kelime-i şahadettir. Diğer dürt rüknü; namaz, oruç, hacc, zekâttır ki, imanın muhafızlarıdırlar.
Evet, “la ilahe illallah” tan daha büyük, daha yüce, daha güzel bir söz yoktur. Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki;
“Gerek benim söylediğim sözler, bildirdiğim ezkâr ve gerekse benden önceki peygamberlerin söylediği sözlerin en efdali, en güzeli, en yücesi, en parlağı, en yükseği, en mübareği, en faziletlisi “la ilahe illallah”tır.”
Kim devam ederse kalbinde iman kuvvet bulur, itikat, tasdik, yakin muhkemleşir. Dünyada da ahirette de işi kolaylaşır. Sekerat-ı mevtini Allah kolay kılar.
Bir de sak-ı şecere yani ana ağaç vardır ki, o da imanda ihlâstır. Riyadan, nifaktan uzak, imanında samimi, ihlâslı, ciddi yani halis muhlis derler ya öyle olmak. Diğer dalları budakları imanın şubeleridir. Bir hadisi şerifte Redulüllah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“İman yetmiş küsur şubedir. En yükseği “la ilahe illallah”, en aşağısı ise yoldan geçenlere eziyet verecek şeyleri yol üzerinden kaldırmaktır.”
Bir müminin imanı ibadet ve Allah’ı zikirle muhkem olur. O güzel meyve veren ağaç gibidir. Hem dünyada hem de ahrette insana ferahlık verir.
İmanın dalı budağı namaz, oruç gibi ibadetler, yaprakları da zikir ve tesbihattır. Dalı budağı kırık yapraksız ağaç kurumuş kütüktür. Yanmaktan başka bir işe yaramaz. Ama dalı budağı sağlam yaprakları yeşil kurumamış olan güzel bir ağaç da leziz meyveler verir.
İman da böyledir. Dallarında güzel meyveler olur. Onun dünyadaki lezzeti bu; Allah’ı bilmek. Bundan daha büyük lezzet olmaz. Ahirette de sonsuz zevkleri vardır.
“Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.”
İnsanlar ibret alsınlar diye Allah onlara böyle misaller veriyor. Bu misalleri tecrübe etmek isteyenler yeryüzüne baksınlar. Ne var ki, dünya hercümerci içerisinde insanlar çoğu kez bu gerçeği unuturlar.
“Kötü bir sözün misali, yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan pis bir ağaca benzer.”
Kötü söz gövdesi yeryüzünden koparılmış, sabit olmayan kötü bir ağaca benzer. Kötü söz ki, bu batılın söylediği sözdür. Kötü bir ağaca benzer. Kökü öyle toprağın derinliklerine inmiş değildir. Yeryüzündedir.
Evet, batıl sözler küfre dair bir takım şeyler, batıl davalar, bir takım bed lakırdılar, küfür ve hakkı tekzip, batıla davet, âlemi ifsat yolundaki murdar sözler murdar bir ağaca benzer ki, ne kökü muhteremdir, ne de bir dalı vardır. Tıpkı Ebu cehil karpuzuna benzer. Acı bir şey dalları yerde kökü meydanda, ne koklanacak bir çiçeği ne de yenecek bir meyvesi vardır. Hiçbir işe yarmaz. Kötü söz de böyledir. Hiçbir işe yaramaz. Mesnetsiz, dayanaksız, asılsız, delilsiz ve yersiz sözlerdir. Akıl sahibi insan buna ilgi duymaz.
“Allah iman edenleri dünya hayatında da ahirette de değişmeyen sözle sağlam yolda yürütür.”
İnananları Allah dünya hayatında da ve ahirette de sağlam bir söz üzerinde sabit tutar. Bu sabit ağacın gölgesi altında güzel söze örnek veriliyor. Kökü yeryüzünde bulunan ve devrilmek üzere olan kötü ağacın örneği ise aynı hava içerisinde sunuluyor:
“Allah zalimleri saptırır.”
Böylece ayetin seyri içerisinde her iki ifade arasındaki uygunluk gözler önüne serilmiş oluyor.
Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette vicdanlarda kök salmış bulunan insan fıtratında yer eden ve hayat boyu ameli Salih ile yeşererek mahsulünü veren iman kelimesiyle sabit tutar. Kur’an’nın kelimeleri ve Resulüllah’ın hadisleriyle değişmeden durmalarını sağlar. Hak ehlini muzaffer kılar. Ahrette de kurtuluşa erdirir.
Zalimleri de Allah zulümleri ve şirkleri yüzünden saptırır. Kur’an’ı Kerim de umumiyetle zulümle şirk eş anlamda kullanılmıştır. Onlar yalnız zulümden dolayı değil, doğur yolu gösteren ışıktan uzak kaldıkları, hurafe, evham ve karanlıklarla dolu bataklıkta bocalayıp durdukları, Allah’ın emrine dayalı değil de kendi arzuları doğrultusunda kurdukları sistemlere, koydukları kanun ve prensiplere uydukları için saptırır onları. Bu saptırış zulmedip aydınlığa gözünü yuman başıboşluk ve azgınlık çukurunda yiterek heva ve heveslerine boyun eğdikleri için Allah’ın bu konudaki kesin kanununa uygun olarak tahakkuk ettirir.
Evet, yüksek kişilikli ve derin inançlı kimseler. Her zaman yemiş veren ve yemişinden insanların yararlandığı ağacı andıran güzel söz sahipleridirler. Güzel ağaç misali bu güzel söz, onların ruhlarına kök salmıştır. Dalları da yüksek âlemlere yükselmiştir. Zayıf kişilikli şehvetperestlere gelince onlar, tat ve eser bakımından Ebu cehil karpuzunu andıran kötü kelimenin, batılın, küfrün sahipleridirler.
KUR’AN I
Allah’a hamd resulü Hz Muhammed (s.a.v.) e al ve ashabına salât ve selam olsun.
Kuran, kelime olarak okumak anlamına gelen bir mastardır. Okumak anlamına gelen bu kelime, daha sonra vahiy olarak peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimize indirilen, Fatiha ile başlayıp, Nas suresine ile biten sure ve ayetlerden meydana gelen Mushaf’a ad olmuştur. Mushaf’ın tamamına kuran dendiği gibi bir bölüme hatta bir ayetine de Kur’an denir.
Kur’an’ı İslam âlimleri şöyle tanımlarlar; “Melek Cebrail vasıtası ile Hz. Muhammed (s.a.v.) e vahiy yoluyla indirilmiştir, Mushaf ta yazılmıştır, tevaturen nakledilmiş, okumasıyla ibadet olunan ve kendine has özellikleri olan Allah’ın kelamıdır.”
Bu tanıma baktığımız zaman şu ifade dikkat çekmektir.
1. Hz. Muhammed (s.a.v.) e indirilen bir kelam-ı ilahi olması.
2. Kuranın tedricen Hz. Peygambere 23 senede sindire sindire indirilmiş olması.
3. Vahiy yoluyla indirilmiş olması
4. Hem lafzı hem de manasıyla mucize olması
5. Lafızlarıyla ibadet edilmesi
6. Tevatür yoluyla bize nakledilmiş olması
7. Allah kelamı olması
Bütün bunları tek tek izah etmek konuyu bir hayli uzatacağı için biz bunlara da sadece “lafızlarıyla ibadet edilen” ifadesine kısaca değinmekte yarar görüyoruz.
Kur’an, lafızlarıyla ibadet edilen bir kitaptır. Namaz gibi temel ibadetlerde okunmasına ilaveten kur’an’ı okumak, dinlemek yazılarına nazar etmek (bakmak), başkasına okutmak ve öğretmek ibadettir. Namaz kılmak farz olduğu gibi kur’an’dan namazlarda okuyacak kadar öğrenmekte farzdır. Bu itibarla kur’an’ın tercümesi ile asla namaz kılınmaz. Binaenaleyh her Müslüman biraz gayret ederek kur’an’ı aslından okumayı öğrenmelidir.
Kur’an’ın faziletleri hakkında birçok âlim müstakil eserler yazmışlardır. Biz burada sadece bu konuda rivayet edilen başlıca hadis-i şeriflerden bazıları zikretmekle yetineceğiz. A.İbni Hambel müsnedinde naklettiği bir hadis-i şerifte Resulüllah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ki ilerde karanlık gece parçaları gibi fitneler olacak.” Ey Allah’ın Resulü! Ondan kurtuluş nasıl olacak? Diye sorulunca buyurdular ki. “Yüce Allah’ın kitabı.. Onda sizden öncekilerin haberleri, sizden sonrakilerin haberleri ve sizinle ilgili hükümler vardır…”
Darimide zikredilen bir hadis-i şerif;
“Bu kur’an’ı okuyunuz. Çünkü yüce Allah size her harfi için on sevap mukâfaat verecektir…” Bir başka hadiste “ Allah katında kur’an’dan daha üstün bir şefaatçı yoktur. Ne peygamber ne de melek.”
“Ümmetimin en şereflisi kur’an’ı taşıyan(ezberleyen)dır.”
“Evlerin en değersizi Allah’ın kitabından yoksun olan evdir.”
“Kur’an’a çalışıpta zorlukla okuyana iki sevap vardır. Kur’an’ı kolay okuyan ise şerefli ve itaatkâr elçi meleklerle beraberdir.”
Kur’an’ı bir vücuda benzetirsek onun başı Fatiha’dır. Besmele tacı, “Elhamdülillah” yüzü, “İyyakena’büdü…” gözleri, “ İhdina’s-sirat’al-müstakim…” ise ruhudur. Zira Fatihasız namaz olmaz ve en faziletli suredir. Kur’an’ın kalbi Yasin suresidir. Rasulüllah (s.a.v.) buyurdular ki: “ Kur’an’ın kalbi Yasin’dir. Bir kimse Allah rızası için ve ahiret sevabı umarak bu sureyi okursa günahları bağışlanır. Onu ölüleriniz üzerine okuyun.” Başka bir hadîs’i şerifte de:
“Her kim bir gecede Allah rızasını umarak Yasin suresini okursa günahları bağışlanır.”
Bu hadîs’i şeriflerden de anlaşılıyor ki kur’an bir ibadet olduğu gibi kulu Allah’a yaklaştıran sağlam bir kulptur. Zira O hablullah(Allah’ın ipi)tır. Kur’an okumakta en çok sevap ta yavaş yavaş, sindire sindire, güzel bir şekilde, tertil, tehvil ve tecvit ile usulüne uygun okumak olduğunun da altı çizilmelidir.
KUR’AN II
Kur’an’ı Kerim ilim, irfan, hikmet, hakikat ve fazilet hazinesidir.
Kur’an’ı Kerim en yüksek ahlakı, en ulvi fazileti en üstün insan olma şerefini kazandıran ilahi bir kitaptır.
Dünya ve ahret saadetini kazanmak isteyen, yolunu güzelleştirmek isteyen ve ahlakını yükseltmek isteyen kur’an’ın emirlerine uymalıdır.
Kur’an’ın bütün emir ve yasakları insanlara, hem yaşayan insanlara hitap etmektedir. Ayetlerden öğrendiğimize göre emir ve yasaklar diriler içindir. Yani Allah (c.c.) kur’an’ı, yaşayan insanlar hayatlarında tatbik etmeleri için, yaşamaları için göndermiştir.
Allah insanı yarattıktan sonra onu dünyada başıboş yaşamaması ve yaradılış gayesini bilip ona göre hayatına bir yön vermesi, ona göre hayatını düzenlemesi için bir kitap göndermiştir.
Evlerimizde kullandığımız araç ve gereçlere bir bakalım. En ufak, en basit bir aleti imal eden fabrika o aletin yanında bir kullanma kılavuzu veriyor.
Bu ne demektir? Bu kılavuzu niçin yazıyor? Niçin buna ihtiyaç duyulmuştur? Bununla bize ne demek istiyor?...
Evet, bununla bize şu anlatılmak isteniyor. Ey bu alete sahip olup, onu kullanan kişi! Eğer bu alet ile birlikte verilen kılavuzdaki talimatlara uyar, ona göre hareket edersen sahibi bulunduğun bu alet randımanlı çalışır. Ondan gereken hizmeti görürsün. Aksi halde bozulur, kırılır, hurdalık olur. Çöpe atmaktan başka bir şeye yaramaz.
Peki, böyle basit bir makineyi yapan bir fabrika o makine için bir kılavuz, bir talimname yazıyor da, insan gibi harikalar harikası Emslinin yapılması beşeriyetçe mümkün olmayan bir makineyi yapan, yaratan Allah o insana dünya ve ahrette huzur ve saadet içinde yaşayabilmesi için bir kılavuz, bir talimname göndermemiş midir?..
İşte o talimname kur’an’dır. Ona uyanlar daima esirgenir, huzur ve saadet içinde yaşarlar. Ona uymayanlar ise hurdalık misali cehenneme atılırlar. Yüce Allah kur’an’ı Kerimde:
“İşte bir kitap ki onu bir feyiz kaynağı olarak biz indirdik. Artık buna uyun ve Allah’tan korkun! Ta ki esirgenmiş olasınız.” buyuruyor. (Enam/155)
Evet, kur’an’ı Kerim feyiz, hikmet ve hakikat kaynağıdır. Rehber bir kitaptır. Nurlu bir kitaptır. İnsanlığı dalaletten kurtaracak hidayete erdirecek yegâne kitaptır. Bu kitaba öldükten sonra uyulmaz. Buna yaşayan insanların uymaları için gönderilmiştir. Buna uyanlar Rabbimizin rızasına, meleklerin duasına ve peygamberlerin şefaatine nail olurlar. Ona uymayanlar ise dünyada ne kadar şaşaalı yaşarlarsa yaşasınlar, ne kadar nimetlere ererlerse ersinler ahiretleri şüphesiz ebedi felaket ve uçurumdur. Neticede durumları fecidir.
Bu Allah’ın yoludur. Allah’ın yolu en doğru ve en ulvi yoldur. Allah ve Resulünün rızasını kazanmak isteyen kur’an’a sarılmalıdır. Selamet yolunu bulmak isteyen kur’an’a bağlanmalıdır. Aydınlığa çıkmak isteyen, nur ve hidayete nail olmak isteyen kur’an’ın emirlerine yapışmalıdır. Bakınız kur’an’ı Kerim bu hususta ne diyor:
“Size Allah’tan hakiki bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir. Ki Allah rızasına uyanları onun sebebiyle selamet yoluna doğrultur. Onları iradesiyle karanlıktan aydınlığa çıkarıp kendilerini dosdoğru yola iletir.”(Maide/15,16)
Evet, kur’an’a sarılanlar karanlıktan nura çıkar, batıldan hakikate gelir. Kur’an’ın emirlerine uygun bir şekilde hareket etmeyenler ise içinde bulundukları o süfli hayatı şahane bir hayat addederler… Af buyurun! Helâ kurtlarının kanalizasyonu güllük gülistanlık veya kartalların kokmuş leşleri taze konserve zannettikleri gibi…
Ne yazık o halde olanlara… Onların bu yaşayışına aslında acımak gerekiyor. Ne mutlu hakiki olarak İslam’ın yolunu takip eden bahtiyar Müslümanlara…
KUR’AN MUCİZELERİNDEN
Bakara suresi üç hece harfi ile başlıyor. Bu ve benzeri ayetlere “hurûf u mukattaa” ya da yine kur’an’nın ifadesiyle müteşabih ayetler denir ki kur’an da bu tür ayetlere sık sık ratlarız.(Elif lam mim) ve bunu müteakip Allah’ın kitabından söz ediyor.
“İşte bu kitap, Onda hiç şüphe yoktur…”
Kur’an-ı kerim böyle harflerden meydana gelmiştir. Bu harfler kur’an-ı kerimin ilk muhatabı olan Araplar tarafından kullanılan harflerdir. Böyle olmasına rağmen bu harflerden bu veciz kur’an-ı kerimin bir benzerini meydana getirememişlerdir. Bu kur’an ki onlara defalarca bir benzerini meydana getirmeye davet etmiştir ve aynı zamanda da meydan okumuştur.
Siz de aynı harfleri kullanarak kelimeler oluşturup cümleler kuruyorsunuz. Konuşuyor, şiirler söyleyip nesirler yazıyorsunuz. Bunlar sizin kullandığınız harfler. Öyle ise bir benzerini de siz getirin. İşte meydan okuma bu idi.
“Deki: Ant olsun eğer insanlar ve cinler bu kur’an’ın bir benzerini getirmek için bir araya gelseler ve birbirlerine destek de olsalar yine de onun bir benzerini meydana getiremezler.” (İsra/88)
Ya da on surenin benzerini getirmeleri için onlara çağrı yapılıyor:
“Yoksa “onu (kur’an’ı) uydurdu” mu diyorlar? De ki “Eğer doğru iseniz haydi siz de onun gibi uydurulmuş on sure getirin ve Allah’tan başka gücünüzün yettiği, çağırabileceğiniz herkesi de yardıma çağırın.” (Hud/13)
Yine aciz kaldılar. Bu sefer hiç olmazsa bir sure meydana getirmeleri için çağrıda bulunuluyor:
“ Eğer kulumuz(Muhammed)e indirdiğimiz (kur’an) dan şüphe ediyorsanız, haydi onun gibi bir sure getirin. Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini (yardıma) çağırın; eğer doğru iseniz. Yok, yapamadıysanız ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının ki o inkârcılar için hazırlanmıştır.” (bakara/23-24)
Böyle defalarca kur’an onlara çağrıda bulunmuş, meydan okumuştur. Fakat onlar bu meydan okumaya cevap vermekten hep aciz kalmışlardır.
Bu bir meydan okumadır. Okuryazar olsun olmasın her Arap’ın okuya bildiği, konuşa bildiği Arapça kelimelerden meydana gelmiş olduğu halde bunun benzerini getirmekten aciz kalmışlardır.
Bu acizlik yalnız kur’an’a karşı değil Allah’ın yaratışıyla insanın sanatı arasındaki fark budur. Yeryüzü nihayet bilinen zerrelerden meydana gelmiştir. İnsanın bu zerrelerde (atomlardan)meydana getirebileceği en son şekil ya bir kerpiç, ya bir tuğla, ya bir kap, ya bir direk, ya bir heykel veya bir cihazdır. Ne kadar uğraşırsa uğraşın yapabileceği budur.
Fakat Allah bir mübdi’ (yaratıcı) dir ki, o zerrelerden hayat meydana gelmiştir. Bu hayatta da insanı aciz bırakan müteharrik, enerjik ilahi bir esrar gizliyor. Hayat sırrı beşerin eremeyeceği, kavrayamayacağı bir sır… İşte böyle kur’an… Harfler ve kelimeler… İnsanoğlu bunlardan vezinler, cümleler, kurar. Allah ise bir kur’an, bir Furkan vücuda getirir. Bu harf ve kelimelerden meydana gelen beşer sanatıyla Allah’ın sanatı arasındaki fark ölü cisimle hayat fışkıran ruh arasındaki fark gibidir.
“ İşte bu kitap ki, Onda hiç şüphe yoktur. Muttakiler için hidayetin ta kendisidir.” (Bakara/2)
“ İşte bir kitap ki onu bir feyiz kaynağı olarak gönderdik, artık ona uyun! Ta ki merhamet olunasınız.” (Enam/155)
“ Size Allah’tan hakiki bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir. Ki, Allah, rızasına uyanları onun sebebiyle selamet yoluna iletir. Onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp, dosdoğru yola iletir.” (Maide/15–16)
İSLAM DAVASINDA ÖRNEK BİR NESİL
Bu dava İslam ve insanlık tarihi boyunca bir nesil ortaya çıkmıştır. “sahabe nesli” (R.anhüm) Gerçi bu nesli örnek edinen fertler tarih boyu çok görülmüştür. Ama bu davanın ilk döneminde olduğu gibi çok sayıda örnek insanın bir araya geldiği hiç görülmemiştir.
Bunun sırrını çöze bilmek için üzerinde uzun zaman durulması gereken apaçık bir hakikattir. Bu yaşanmış bir gerçektir. Belki çoklarımıza göre biraz ütopik gibi görülür ama yaşanmıştır İslam tarihinin altın çağı asrısaadet devridir. Ve o devrin kahramanları da bu örnek nesildir.
-SAHABE-İ KİRAM (R.anhum)-
Bu davanın kitabı kur’an-ı kerim önümüzdedir. Peygamberin (s.a.v.) hadisleri, pratik kılavuzluğu, tutum ve davranışları kısaca sünneti; Tarihte bir benzeri görülmemiş olan ilk dönem nesli gibi ünümüzdedir. Önümüzde, aramızda olmayan sadece peygamberimizin şahsıdır. Acaba bu sır bu noktada mıdır?..
Bu davetin yürümesi ve etkili sonuçlar elde edebilmesi için Peygamberimiz (s.a.v.)in şahsının varlığı kesin bir zaruret olsaydı Allah (c.c.) bu daveti insanlığın tümüne şamil kılmaz, O’nu, sonuncu ilahi mesaj niteliğine kavuşturup yeryüzü durdukça bütün insanlığın akıbetini ona havale etmezdi.
Aksine Hz. Allah zikri (kur’an’ı) korumayı üzerine alarak bu davetin peygamberimizden sonra devam edeceğini ve verimli sonuçlar alacağını bildiği halde bu dini O’ndan (s.a.v.) sonra da kıyamet gününe kadar baki kılmıştır. Zira Hz. Allah Kur’an’ı Kerim de :
“Zikri (kur’an’ı) biz indirdik muhafaza edecek olan da biziz.” (1) buyuruyor.
Yani İslam dinini biz indirdik bu dinin kitabı olan Kur’an’ı da onu ihya etmek için gönderdik. Onu muhafaza etmek de yine bize aittir. Onu ancak biz koruruz.
Bu dini kıyamete kadar muhafaza edecek olan Allah’tır. Fakat bu dinin muhafazasını kullara yüklememiştir diye Müslüman yan gelip yatamaz. Allah nurunu tamamlayacaktır. Ancak bu konuda senin hissene düşen ne olacaktır? Senin gayretin hangi noktadadır? Şayet Müslüman hiçbir gayret sarf etmezse, yan gelip yatarsa, Allah o neslin elinden alır, başka bir nesle verir. Tarihte bunlara rastlamak mümkün…
Mesela: ispanya; Endülüs Emevi devleti zamanında hepsi Müslüman dı ve İslam’ın en büyük ilim merkezinden biriydi. Ama bugün bütün Müslüman çocukları Hıristiyanlaşmış; bütün camiler kilise olmuş. Minareler den ezan yerine çan sesleri semayı çınlatıyor, minareler çan kulesi olmuş. Tek nedeni yan gelip yatmalarıdır, kurana sünnete sarılmayıp haktan uzaklaşmalarıdır.
Hâlbuki Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) veda hutbesin de: “Ey insanlar! Size iki şey bırakıyorum bu iki şeye sımsıkı sarıldığımız müddetçe doğru yoldan sapmazsınız selamet bulursunuz. Bunların biri kitabı Allah’ın kur’an, diğeri ise benim sünnetimdir.”
Kur’an aramızda Resulüllah’ın sünneti de bütün teferruatıyla aramızdadır. O halde bu başarısızlığı bu sefaletimizi onun (s.a.v.) şahsını aramızda olmamasıyla açıklayamayız. O halde başka bir sebep aramalıyız. Yani söz konusu ilk dönem neslini besleyen kaynağı araştırmalıyız. Beklide düğüm burada çözülecektir. Onların yetişmelerini sağlayan metodu inceleyelim beklide farklılık buradadır.
Bu nesli bekleyen birinci nesil kaynak sadece kuran idi. Resulü Ekrem (s.a.v.) in hadisleri ve kılavuzluğu, yani sünneti bu ilk kaynağın sadece bir eseri olarak belirmiştir. Nitekim Resulüllah’ın ahlakı hakkında sorulan bir soru Hz Ayşe validemiz (R.Anha): “onun ahlaki kurandı.” Diye cevap vermiştir.
Bu gün biz İslam’dan önceki cahiliyenin tıpkısı, hatta daha koyusu içindeyiz. Tek farkı biraz daha modernleşmiş yani modern cahiliye… Çevremizdeki her şey modern cahiliye damgası taşıyor. İnsanların bakış açısı ile inançları. Alışkanlıkları, gelenekleri, kültür kaynakları, sanat ve edebiyatları, yasa ve hukukları… Hatta İslam kültürü, İslam kaynağı, İslam düşüncesi ve İslam görüşü olarak benimsediğimiz değerlerini bile çoğu cahiliye ürünü birçok hurafe ile dolu. Bu yüzde İslami değerler vicdanımızda tutunamıyor, kafalarımızda bir İslam bakış açısı belirmiyor, İslam’ın ilk döneminde yetişen o nesil gibi bir benzeri nesil ya da yeterli sayıda bir grup ortaya çıkmıyor
Bunun için önce bu cahiliye cemiyetinin vicdanımızın derinliklerine sinen bakışlarından, dünya görüşlerinden ve bağımlılığından sıyrılmalıyız. Bizim amacımız bu modern cahiliye cemiyetinin pratiği ile uzlaşmak ya da onun egemenliğini onaylamak değildir. O bu vasıfta iken, cahiliye cemiyetini korurken onunla uzlaşmamız mümkün değildir. Bizim amacımız cahiliye cemiyetinin bu bozuk değerlerini değiştirmek için önce kendimizi değiştirmek olmalıdır.
İlk vazifemiz İslam metot ve bakış açısı ile temelden çelişen ve ilahi metot uyarınca yaşamaktan bizleri alıkoyan modern cahiliye cemiyetinin pratiğini kökünden değiştirmektir. Bu uğurda sıkıntı ve meşakkatle karşılaşacağız. Bu tutum bize ağır fedakârlıklar yükleyecektir. Fakat ilahi metodun yeryüzünde kökleşmesine vesile olan modern cahiliyenin hayat metodunu ortadan kaldırmak için Allah’ın desteğine mazhar olan o ilk neslin yolundan gitmek istiyorsak başka bir alternatifimiz, tercih edebileceğimiz başka bir yol yoktur.
HANGİ MÜSLÜMAN
İslam toplumu günümüzde özelliklerini kaybetmiş durumdadır. Kuran’ı kerimde zikredilen Hizbullah’ın özellikleri bugün mevcut değildir. Bu özellikler mevcudiyetini çoktan kaybetmiştir.
Nerede Allah’ı seven ve Allah’ın da kendilerini sevdiği cemaat? Müminlere karşı alçakgönüllü ve şefkatli, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah’ın yolunda cihat edenler yalnızca Allah ve resulünü dost edinenler ve kınayanın kınamasına aldırmayanlar nerede? …
Kur’an a inanıp rablerine güvenen, büyük günahlardan ve hayâsızlıklardan sakınan öfkelendikleri zaman bile bağışlayan rablerinin çağrısına icabet eden namazlarını gerektiği gibi kılan işlerini aralarında istişare ile yürüten, kendilerine verilen rızıktan infak eden, bir haksızlığa uğradıklarında yardımlaşarak meselelerini aralarında çözümleyen topluluk nerede?
İçinde bulunduğumuz düzenin bozukluğundan, çarpıklığından, adaletsizliğinden hep yakınır dururuz. Bu bozuk düzeni ters yüz edip adil ve hakça bir düzen kurmanın gerekliliğini hep konuşuruz. Bu konuşmalarımızla düzeni değiştirebileceğimizi zannederiz. Fakat bu konuda üzerimize düşeni yerine getirme noktasında yaptığımız hiçbir şey yoktur.
Hep söyleriz İslam nizamı bütün dertlerin tek çözümü. Adalet dağıtan, haksızlığa asla müsamaha göstermeyen, dünya ve ahret saadetini hedefleyen bir düzendir. İslam nizamı bütün problemleri çözer.
Evet, bu doğrudur. İslam bütün problemlerin çözümüdür. Fakat problemler sadece konuşmakla mı çözülecektir? Bu konuda ne yapıyoruz? Hangi aşamadayız? Elimizde herhangi bir program var mı? Varsa onun tarihi uygulamalarla doğruluğunu test ettik mi? Uygulama safhasında – ferdi ya da içtimai - hangi aşamadayız? Ne yaptık? Hangi merhaleleri kat ettik?
Sahabe-i kiram İslam’ı kabul ederek bütün problemlerini çözmüşlerdi. Ancak her problemi çözüme götüren kaynağı öğrenip o yolda yürümekle çözmüşlerdi. Biz hangi yolda ne kadar yürüyebildik? Kuru laftan başka yaptığımız ne var? Sözlerimizle yaptıklarımız bir birine uyuyor mu? Bütün bunlara doğru cevap verebiliyor muyuz?..
İşte bütün bu sorulara doğru bir şekilde “EVET” diyebildiğimiz gün dünyamız da mamur ahretimiz de mamur demektir.
MÜSLÜMANLARIN ZİLLETİNİN SEBEBİ
Bu gün dünya Müslümanlarının durumu yürekler acısı… Tüm dünya Müslümanların zulüm altında inim inim inliyor. Balkanlar da, Ortadoğu da, Uzakdoğu da, Avrupa da, Amerika da, Asya da, Afrika da v.s. dünyanın her yerinde… Müslüman mazlum, Müslüman mağdur, Müslüman hakir, Müslüman hor, Müslüman köle, Müslüman esir… Dökülen kan Müslüman kanı kırılan kemik Müslüman kemiği ezilen baş Müslüman’ın başı, akan gözyaşı Müslüman’ın gözyaşı. Silah denemelerinde kobay olarak kullanılan yine Müslümanlar…
Niçin hep Müslümanlar bu mezalime muhatap? Neden Müslümanlar, kendi yurtlarında kendi vatanlarında bile esaret altında inliyor? Suçları Müslüman olmak mı? Tabiî ki hayır… Kesinlikle H.z. Ömer (R.a.) in hilafetinde Şama giderken yanındaki Übeyde b. Cerrah’a şöyle söylemiştir: “Biz vaktiyle zelil bir kavimdik Allah bizi İslam ile şereflendirdi izzet bulduk. Başka izzet ararsak Allah bizi tekrar zillete düşürür.” Evet, görülüyor ki İslam insanlara zillet değil izzet bahşediyor. Zulüm değil, hak, adalet veriyor. Öyle ise 20.asrın Müslüman’ının suçu İslam olmak değil… Çünkü kur’an’da “İnanıyorsanız en üstün sizsiniz” “Muhakkak ki izzet ve şeref Allah’ın dır” buyruluyor. Bu demektir ki zilletin sebebi İslam olmak değildir.
Kur’an’a baktığımızda bu zilletin sebebini çok net olarak görüyoruz. Hz. Allah yüce kur’an da şöyle buyuruyor: “Siz kitabın (kuranın)bir kısmına iman edip bir kısmına inkâr mı ediyorsunuz?”
Namaz oruç ayetine evet içki kumar ayetine hayır mı diyorsunuz? Zekât ayetine iman edip faiz ayetini inkâr mı ediyorsunuz? Oruç ayetine yeşil ışık zina ayetine kırmızı ışık mı yakıyorsunuz? Hacc ayetini kabul rüşvet irtikâp ayetlerini red mi ediyorsunuz? Vs.
“Kim böyle yaparsa dünyadaki cezası hizy denilen beladır.” (kölelik, kâfire hizmetçilik, esaret, zulüm ve zillettir.) (4)
Ahkâm-ı ilahiye ye sırt çevirmenin cezası bu… Sen millet olarak Allah’ın ahkâmından yüz çevirirsen, haktan hakikatten uzaklaşırsan bu belalar başına gelecektir. Bu ayeti tekvini’yenin kanunudur. Ve bundan kurtuluş yoktur.
Avrupalının domuz ahırının temizleyicisi olmamızın, onların fabrikalarında, yollarında, maden ocaklarında çalışmamızın, kâfirin hizmetçisi olmamızın başka bir sebebi yoktur. Tek sebebi İslam’ı işimize geldiği gibi yorumlayıp işimize geleni alarak işimize gelmeyeni atmamızdır.
Bundan kurtulmanın tek yolu önce İslam’ı olduğu gibi kabul edip inanmak, sonra yaşamak daha sonrada en yakınlarımızdan başlayarak insanlara anlatmaktır. Ama yaşadığını anlatmak… Yaşamadan anlatmak münafık alâmetidir. Zira Resulü Ekrem (s.a.v.) yaşadı yaşadığını anlattı, Hulefâ-i Raşidin yaşadı yaşadığını anlattı, Ashab-ı Güzin yaşadı yaşadığını anlattı, Tabiin yaşadı yaşadığını anlattı, Ulema yaşadı yaşadığını anlattı, Evliya yaşadı yaşadığını anlattı. Münafık’a gelince O yaşamadı anlattı. Hz. Allah (c.c.) böyleleri için kur’an-ı kerimde:
“Siz insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyormusunuz? Hâlbuki siz kitabı okuyanlarsınız hiç düşünmüyor musunuz?” buyuruyor.
Önce yaşayıp sonrada yaşadığımızı anlatmalıyız. Zaten böyle yapılmadığı için bu zulümden bu belalardan kurtulamıyoruz. Çünkü anlatanlar (genel anlamda söylüyorum) hep yaşamadan anlattılar, anlatıyorlar. Yaşamadan anlatılınca da tesirsiz oluyor hal böyle olunca da belalar sağanak halinde üzerimize yapıyor.
İNANANLAR ÜSTÜNDÜR
Biz Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanı yomuyuz? Allah’ın ahkâmını ne kadar kabullene biliyoruz? Yani biz Allah’ın istediği ölçüde Müslüman mıyız? Onun dinine O’nun göndermiş olduğu dine hakiki veçhile inanıyor muyuz? İnanıyorsak üstün olmamız gerekmez mi? Hz. Allah kur’an-ı kerimde:
“Üzülmeyin, gevşemeyin, inanıyorsanız üstün sizsiniz.” buyuruyor.
Dünya Müslümanlarına bir bakalım; üstün olan, saygın olan, dünya milletleri arasında sözü geçen bir İslam ülkesi var mı?.. Hayır yok. Hep geri kalmış üçüncü ülke durumundayız. Hep gayri Müslim ülkelerin güdümündeyiz. Hep dışa bağımlıyız…
Kafamızı iki elimizin arasına alıp şöyle düşünelim; acaba bu tezat niye? Kur’an üstün olacağımızı söylüyor, biz ise zillet içindeyiz. Her türlü zulme layık görülüyoruz, Küfrün çizmesi altında eziliyoruz. Bütün dünyada dökülen kan Müslüman kanı, akan gözyaşı Müslüman’ın gözyaşı, ezilen baş Müslüman’ın başı, kırılan kemik Müslüman’ın kemiği… Yapılan bütün zulümler Müslüman’a yapılıyor… Suçu mu? Suçu Müslüman olmak… Yani kur’an’ın ifadesiyle çakışan bir tablo karşımızda. Hâşâ! Kur’an’ın ifadesi mi yanlış, Yoksa biz mi inanmıyoruz? Kur’an yanlış olamaz çünkü o kâinatı yaratan, yaşatan, yasalar-kurallar koyarak kâinatı mükemmel bir nizam içinde seyre koyan Allah’ın kelamıdır. Onda en ufak bir şüphe bile söz konusu olamaz. Asla… Öyle ise inancımızda eksiklik var demektir. Demek ki, gerçek manada iman etmemişiz.
İnsan ya inandığı gibi yaşar ya da yaşadığı gibi inanır. İnandığı gibi yaşayamayan insan yaşadığı gibi inanmaya başlar. Biz Türkiye Müslümanları olarak zaten İslam’ı bilmiyoruz. Bildiğimiz birkaç şey. O da eksik ve yanlış olduğundan doğrular söylendiği zaman kabullenemiyoruz. İslam’ın hakikatleriyle karşılaşınca kabul etmiyoruz. Çünkü biz o eksik ve yanlış bilgilerimizle İslam’ı sınırlayıp kendimize göre bir din oluşturuyoruz. Din simsarlarının, sapık fikir akımlarının ve din adamı kılığındaki bozuk zihniyetli kişilerin ileri sürdüğü zırvalarla iyice allak bullak olan zihinlerimiz hepten bulanıyor.
Böyle olunca da İslam’ın hakikatiyle karşılaşınca reddederek kur’an’nın ifadesiyle aslan görmüş yaban eşeği gibi ondan kaçıyoruz. (Müddessir/49,50,51) Bunun neticesinde de zilletten kurtulamıyoruz.
Eğer gerçek manada iman etsek ve İslam’ı kafamızda oluşturduğumuz çerçeveyle sınırlı şekliyle değil de Allah’ın bize gönderdiği ve Resulüllah’ın (s.a.v) tebliğ ettiği şekliyle öğrenerek kabul etsek ve bunu hayatımızın her safhasına yaysak izzet bulacağız.
Hz. Ömer (r.a): “Biz vaktiyle zelil bir kavimdik Allah bizi İslam’la şereflendirdi, izzetli kıldı. Eğer İslam’dan başka yerde izzet ve şeref aramaya kalkarsak Allah bizi tekrar zelil eder.” buyuruyor.
Kur’an İslam’dan başka herhangi bir din, sistem ya da doktrine uyanlardan o uydukları şey kabul edilmez diyor. Bu AB, ABD, KET, NATO, vs. de olsa, bütün küfür düzenleri aynıdır. Onlara uymak bize şeref değil zillet getirir.
Öyle ise İslam’a dönmeli, imanımızı kontrol edip yeniden Allah’ın istediği gibi inanmalıyız ki, gerçek üstünlüğe sahip olalım ve dünya ve ahretin zilletinden kurtulalım.
KÜLTÜREL VE MADDİ KALKINMA
Kültürel yönden geri kalmış bir millet, eğer kültürü sıhhatli değilse, gerçeklerle bağlantısı yoksa yanlışlıkları ve sapıklıkları içeriyorsa, o millet maddi yünden ilerlemişte olsa, kültürel geriliğin tesiri bu ilerlemeye mutlaka damgasını vurmuştur. Çünkü maddi unsur ile kültür arasında mutlak bir ilgi, bir bağ vardır. Çok açık bir şekilde de görüyoruz ki, milletler maddi unsurlarını kendi düşünce ve kültürlerine uygun bir biçimde çıkarmaya çalışıyorlar. Ve çok defa kendi kültür ve düşüncelerini simgeleyen amblemlerini korlar. Amblem koyma dahi ürün ile ürünü yönlendiren kültür arasındaki ilgi ortaya çıkar.
Maddi açıdan gelişmiş millet genellikle gurura kapılıyor. Geri kalmış millet ise üstün milleti taklide götüren bir aşağılık komplesine tutuluyor. Bu gerçek tarihte ve günümüzde gördüğümüz bir gerçektir. Abbasilerin maddi açıdan kalkınmış olduğu devirde Romalı papalar Arap elbisesi giyiniyorlardı şimdi ise biz onların kıyafetini giyiniyoruz.1 Osmanlıların kalkınmış olduğu devirde batıda Türk pereselik hâkimdi. Batılı aydınlar aralarında Türk pereselikleriyle övünüyorlardı. Bugün bizim aydınlarımızda da aynı şeyi görüyoruz. Batıllaşma uğruna nelerimizi feda etmedik. Ahlakımızdan, giyimimizden, sosyal yaşantımızdan, inancımıza kadar neler feda etmedik. Biz üstün olduğumuz devirde kelimelerimiz onların dilinde idi. Şimdi onların kelimeleri bizim dilimizde.(şarkıları, kuaför, butik, kafeterya, pardon vs.)
Çağımızda maddi açıdan ilerlemiş milletler bize tahakküm etmeyi hedefledi. Ve bizi sömürge haline getirdiler. Bu yetmiyormuş gibi “ biz düzenimiz vasıtasıyla ilerledik. Siz de bizim düzenimize girin. İlerlemeniz için önünüzdeki yol bizim yolumuzu takip etmektir” dediler. “din terakkiye mani” dediler. Ama biz iki asırdan beri bir Arap boyu ilerleyemedik. Hep geriledik. Kapitalizm bunu söyledi. Komünizm bunu söyledi. Başkaları da bunu söylüyor.
Bir takım ilkeler koyarak bizi kültürümüzden uzaklaştırdılar. Kültürümüzü bize yabancı kıldılar. Laiklik diyerek inancımızdan dini prensiplerimizden uzaklaştırdılar. Daha dün bağımsızlığını kazanmış olan Müslüman Türkî cumhuriyetlere ilk teklifimiz ; “sakın ha şeriata dayalı bir düzeni benimsemeyin” telkinlerini vermek oldu ve onlarda öyle yaptılar. Bilmedikleri için, şuursuz oldukları için…
Bugün bizde parçalanmış, şuursuz, bilinçsiz, biçare gençlik var. Bu bataklıktan kurtulmak istiyor. Kendisine el uzatacak bir dost bekliyor. Bunların çağrısını kendinse uzatılan kurtarıcı bir dost el zannediyor. Ve sımsıkı sarılıyor. Bir daha da bırakmak istemiyor. Çünkü çağdaşlık düşüncesi onları köleleştirmiş. Çünkü onlarda aşağılık kompleksi var… Düşünce eksikliği var…
________________________
1- 18. asrın sonlarına kadar Paris teki Sorbon üniversitesinde ders veren prof.ler sarıklı, cübbeli olarak kürsüye çıkıp ders anlatıyorlardı ve diyorlardı ki; “ İlmi İslam âlimleri buldu ve dünyaya yaydı. Bu yüzden bu kıyafeti giymeyen ilim adamı olamaz.” Bu gün bizim üniversitelerimizde batının kıyafetleri revaçta ve resmi kıyafet… Smokin, kardinal şapkası batının has özelliklerini, örflerini yansıtan Hıristiyanlığa özgü kıyafetlerdir.
MADDİ KALKINMANIN ŞARTLARI
Uygar bir millet olmak için sadece maddi kalkınma kâfi değildir. Bilakis maddi, manevi, siyasi, askeri, kültürel vs. tüm yönleriyle ilerlemiş, kalkınmış olmak gerekiyor. Yoksa maddi kalkınma kapitalizmde olduğu gibi komünizmde de vardır. Japonya gibi tutucu bir düzende var. Asıl olan maddi kalkınmanın kanunlarını öğrenmektir. Yoksa düzenlerden bir düzene çağırmak büyük hatadır. Sait Havva maddi kalkınmanın şartlarının beş temel esasta toplamış. Belki Sait Havva bir siyasetçi ya da bir ekonomist değil, ama bir âlim sıfatıyla ön gördüğü şartlar isabetli. Sait Havva maddi kalkınmanın şartlarını şöyle sıralıyor.
1. Toprağın alt ve üstü tam olarak kullanılmalı, yani yeraltı zenginlikler (madenler) yer üstü zenginlikleri ( tarım) hiç boşluk kalmamak şartıyla işletilmeli.
2. Boş vakitleri değerlendirip, hiç boş vakit geçirmemeli, gayesiz vakit geçirmemeye çalışmalı,
3. Her alanda yeterli uzmanlara sahip olmalı, her uzmanı kendi alanında ilerlemeye teşvik etmeli,
4. Bu üç şartın en iyi şekilde işlerliği kazana bilmesi için uygun bir ortam ve istikrarlı bir düzenin olması,
5. Bütün bunların yanı sıra ilerlemeye müsait bir kültürün bulunması ve istikrarlı bir düzenin olması,
Bu beş kuraklın mevcut olduğu millet kim olursa olsun, maddi açıdan ileri bir ülkedir. İster kapitalizm olsun ister komünizm olsun, ister tutucu, muhafazakâr, kim olursa olsun durum böyledir. Fakat bu beş kuralın bulunması kesinlikle şarttır. Diyor Sait Havva…
Evet, nerede bu beş şart bulunmuşsa orada maddi açıdan kalkınma olmuştur. Nazi düzeni bütün sertliğine rağmen, bu beş şart bulunduğu için maddi kalkınma Almanya’da olmuş, hem ülkesini altı sene içinde hızla geliştirmiş, neredeyse dünyayı çiğneyip geçecek dereceye gelmiş ve dünya savaşı yapa bilecek bir sıçrama yapmıştır.
Japonya, bu beş şartı bir araya getirdiğinde başardı. Amerika’da vaktiyle Rusya’da aynı durunda idi. gelişmeyi arzulayan istikrarlı bir düzen maddi kalkınmada ilerlemeyi ön gören bir kültür, değerlendirmiş toprak hakkıyla faydalanılan zaman teşvik edilen uzmanlık… Neticede çok kısa zamanda maddi kalkınmada ilerleme sağlamıştır.
Ancak, kültürle iç içe olan istikrarlı düzen sürekli olmayıp geçici olursa bu maddi kalkınmadaki ilerleme kendi yıkılışını kendisi uzayan dalları, genişleyen yaprakları arsında taşır.
Nazı düzeni kendi yıkımını kendi dalları arasında taşımış hayal olmuştur. Komünizm kendi yıkılışını kendi dalları arasına taşımış tarihe karışmıştır ki acı feryatlarını yakından duyduk ve gördük.
Bugün kapitalizm de feryat içinde can çekişiyor. Çünkü oda yıkımını dalları arasında taşımaktadır. Japonya’da yıkımını dalları arasında taşımaktadır. Oda feryat içinde yıkılıp gidecektir. Çünkü hepsinin düzeni sömürüye dayalıdır. Hiç birinin istikrarı devamlı değildir. Hepsi geçicidir. Çünkü adil bir düzen söz konusu değildir.
Adaletli ekonomik bir düzeni olmayan kalkınma yıkımının da beraberinde taşır. Adil ekonomik bir düzen malı sadece helalinden alır ve hak ettiği yerden başka yerde harcamaz. Eğer böyle bir düzen söz konusu değilse ki, sömürü üzerine kurulmuş bir düzen de bundan söz etmek mümkün değildir. Binaenaleyh böyle bir sömürü düzeninde istikrardan söz edilmez. Dolayısıyla yıkımını dalları arasında taşır. Ve yıkılır gider.
RİSALET
“Ey insanlar! Peygamber Rabbinizden size gerçekle geldiği zaman hayrınıza olarak iman edin. İnkâr ederseniz bilin ki göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır. Allah Alîm’dir, Hakîm’dir” (Nisa/170)
Burada bütün beşeriyete şamil bir davet yapılıyor ve bütün kâinata ilan ediliyor ki, Rasulullah (s.a.v) Allah’tan hakkı getirmiştir. Ona iman eden büyük hayırlara namzettir. Şayet inkâr ederlerse Allah onların hepsinden müstağnidir ve hepsini muahezeye kadirdir.
Evet, bu bir davettir. İşte risalet müessesesinin gaye ve tabiatı; Allah insanlara peygamber göndermeyi iktiza ediyor ve buyuruyor ki;
“Peygamber göndermeden hiçbir kavme azap etmeyiz” (İsra/15)
Risalet müessesesi daha önce her kavme ayrı ayrı peygamber gönderdikten sonra Hz. Muhammed (s.a.v) bütün beşeriyete peygamber olarak gönderiliyor ve bu müessesenin hitana erdiği katiyetle bildiriliyor.
Risaletin asıl gayesini de şu kelam-ı ilahi ile insanlığa arz ediyor.
“Peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı hüccetleri olmasın diye” (Nisa/165)
Şayet bu risalet bütün beşeriyete şamil olmayıp muayyen bir kavme hitap etseydi şüphesiz ki, diğer insanları Allah’a karşı bir hücceti bir mazereti olacaktı.
Allah tebliğ ve beyan etmediği bir şeyden insanları muaheze etmesi ilahi adalete yakışmaz. Öyle ise umumi bir risaletin zarureti vardır. İşte bu zaruret Hz. Muhammed (s.a.v) in peygamberliğinin tüm beşeriyete şamil olması ile yerine gelmiştir. Çünkü adl-i ilahi tebliğden sonra muaheze etmeyi icap ettiriyor. Bu Allah’ın adaleti ve kullarına olan merhametinin neticesidir ki, bu da şu kelam-ı ilahi ile bir hak olarak tecelli ediyor.
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
(Enbiya/107)
Hem dünyada hem ahirette ebedi saadete ve rahmete vesile olasın diye...
Medeniyet dediğin ilim, irfan demektir
Bizdekine gelince düpedüz b.. yemektir.
İSLAM VE İRTİCA
Günümüzde irtica deyince zavallılar ne demek olduğunu bile bilmeden Müslümanları gösteriyorlar. Nedir bu irtica? Bu aziz milletin ahfatları yani bizler neden bu konu üzerinde bu kadar çok konuşuyoruz? Niçin bu irtica sözü ağzımızın sakızı haline geldi?
Önce irtica’ın anlamından başlayalım. İrtica; sözlükte geriye dönmek, gerilemek, başka bir tabirle gericilik demektir. Peki, ama niçin bu çirkin ifade Müslüman a söyleniyor. Müslümanlar mı gericiliği hortlatıyor? Müslümanlar mı ilerlemeyin diyor? İslam mı ilerlemeyi engelliyor?
Tabii ki kesinlikle ayır. İslam hiçbir zaman ilerlemeyi engellemez. Tam tersine “bugünü dününe eşit olan zarardadır.” Hadisi ile ilerlemeyi emreder.
Tarihe şöyle bir göz attığımız zaman İslam’ın her alanında en ileride en ileri seviyede olduğunu müşahede etmemek mümkün değil. Çünkü Müslümanlar inanırlar ki İslam gerilemeyi değil, ilerlemeyi emreder.
Tarık bin Ziyad Endülüs’e ilk giren keşif komutanı bir bakıma delilik gibi görülen bir olayın faili (kahramanı) olarak görürüz ki 5.000 kişilik bir ordu ile karşı sahile gelmiş olduğu gemileri batırarak “Müslüman geriye dönmez ilerler” demiştir. Ve Endülüs’ün fethinden sonra Endülüs büyük bir ilim merkezi olmuştur. Harezmîlerin, Zamahşeri’lerin, Farabî’lerin, İbni Sina’ların, Nasrettin Tusi’lerin Ulubey’lerin ve 18. Asra sonrasına kadar Avrupa da ki kitaplara ders olarak okunan daha nice İslam bilginlerinin tohumları atılmıştır. Galile yaşadığı dönemde “dünya yuvarlaktır ve dönüyor” dediği için batıl dünyası “böyle bir şey olmaz” diyerek onu idam etmişti. Hâlbuki bu Müslümanlarda aha önceden öğrenilmiştir ki dünya yuvarlaktır ve dönüyor. (Selçuklu sultanı melik şah’ın kardeşi Ulubey tarafından Sivas’ta kurduğu rasat hanede bunu keşfetmiştir. Galile ise Ulubey de kopya olarak almıştır.)
Hazreti Mevlana batılı düşünürlerin ilham kaynağıdır. Ve bundan ilk defa paskalın istifade ettiğini görüyoruz. Her yıl mayıs ayının ilk haftası Mevlana haftası olarak düzenleniyor. Tüm dünyadan bilgiler katılıyor ve onun en iyi şekilde anlatanlarda Mevlana’nın adını bir Mevlana ödülü veriyorlar. Hangi ülkede, hangi dinde bir bilginin adına bir hafta düzenliyorlar. Ve onun insanlığa vermiş olduğu hizmetler anlatılıyor.
İşte bu tür amma haftaları yalnızca İslam bilginlerine Türkiye’de düzenleniyor. İşte ibni Sina’lar, Mevlana’lar, İbrahim Hakkı’lar gibi İslam bilginlerine düzenlenen bu tür törenler bütün dünya milletleri katılıyor.
Hal böyle iken benim hala anlayamadığım konu var. Bu da Müslümanlara mürteci denilmesidir ki İslam ilerlemeyi emrederken, niçin irtica gibi gericiliğin simgesi korkunç bir isimle vasıflandırılıyor.
İslam’ı öncü gibi görüp, Müslümanları mürteci gibi gösteren ve memleketimizde kasıtlı olarak din düşmanlığı yapan kafası kalbi ve ruhu kadar kapkaranlık olan ve girdiği sokaklardaki sokak lambalarına gölge düşüren o karanlık aydınlara soralım.
Memleketin ilerlemesi için yatırımlar yaptınız, fabrikalar kurdunuz.
Çalışıp çağın gerektiği kadar da olsa herhangi bir ilmi buluş gerçekleştirmek istediğinizde İslam mı size engel oldu?...
İlmi araştırmalar yapmak isteyen ilim adamlarına zemin hazırladınız da İslam’a aykırıdır diyerek Müslümanlar mı size mani oldu?...
Üniversitelerde araştırma merkezleri kurdunuzda din mi muhalefet etti?...
Avrupa seviyesinde bir ülke olalım dediniz. Fakat Avrupa’nın bizden götürdüğü ilim ve teknik yerine kültürünü ve modasını aldınız. Avrupa da disko çıktı. 4 saat sonra Maksim gazinosunda oynandı. Mini etek çıktı,7saat sonra İstanbul da dikildi ve piyasaya sürüldü.
Bugün uzay çağını da geçtik. Bilgisayar çağındayız. Hala liselerimizde bir bilgisayar dersi okutulmuyor. Adı bile geçmiyor. Üniversitelerimizdeki sözüm ona profesörleri bilgisayarla ilgili araştırmalar, icatlar üzerinde çalışmaları gerekirken taklitten başka bir şey yapmıyorlar.
İşte ey karanlık aydın!.. Sana soruyorum bunlar mı seni muasır medeniyet seviyesine yükselecektir?.
Başörtülü olan Üniversiteli genç kızlarımıza okumalarına mani oldunuz. Üniversite imtihanlarına girmek isteyen başı örtülü kızları imtihana sokmadınız. Tekrar soruyorum. Hani sizin demokrasi anlayışınız? Hani laiklik ilkesine olan bağımlılığınız. Korkarım biraz daha sokaktaki başı örtülü olan kadınlara bile sokağa çıkma yasağı uygulanır.
Anlamıyorum… Anlamıyorum neden dini geleneklerini yerine getirmeye çalışan örtüsünü giyen Müslüman mürteci oluyor da sokakları kasap vitrini haline getiren, adeta birer et panayırı haline getirenler çağdaş oluyor? Yoksa çağdaşlık donsuzluk mu? Çıplaklık mı? Anlamıyorum sokaklarımızı gezilmez hale getiren moda niçin irtica olmuyor? Eğer çıplaklık medeniyet ise Afrika da ki yamyamlar sizden daha medenidir.
Bilgisayar çağında ta taş devrine ilkel çağlara uzanan bu çıplaklık niçin irtica değil de Müslüman’ın örtüsü? Hâlbuki taş devrinde bile insanlar avlandıkları hayvanların derileriyle ayıp yerlerini örtmüşlerdir.
Fakat ne gariptir ki günümüzün modası taş devrinden daha ilkel olduğu halde ne irtica diye adlandırıyor, ne de insanlığa yakışmaz medeniyet değildir deniyor. Aksine o karanlık aydınlar tarafından ilerlemenin bir parçası gibi teşvik ediliyor.
İşte biz diyoruz ki gelin bütün bunları bir kenara itelim, bilime tekniğe önem verelim. Teknolojiye ilme sarılalım ve ilmin ışığında yükselip, muassır medeniyet seviyesinin en üstüne çıkalım. Var mısınız?...
Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden
Din de gitti dünyada gitti elimizden
DİYALOG ALDATMACASI
Dinler arası diyalog ifadesi İslam’ın haricinde İslam’dan başka dinlerin meşruiyetini kabul etmektir. Bu büyük bir yanılgı, hatta yanılgıdan öte büyük bir bedahet ve de sapkınlıktır.
Eğer Hıristiyanlık ve Yahudilik meşru birer hak din olsalardı İslam dinine ihtiyaç olmazdı. Yahudiler Hz. Musa’nın getirdiği tevhit dinini tahrif ettiği için Allah Hz. İsa’yı İncil ile gönderdi. Hıristiyanlar da Hz. İsa’nın getirdiği o tevhit inancını tahrif ettiler. Sonra ahir zaman peygamberi hatem’ül-enbiya Hz. Muhammet (s.a.v.)i İslam dini ile gönderdi ve tek hak din olduğunu da bu dinin kitabı olan kur’an da beyan etti:
“Allah katında hakiki din yalnızca İslam dinidir.” (Âli İmran/19)
İslam’ın dışında meşru bir din olmadığı gibi İslam’ın ve Müslümanların da böyle bir diyaloga ihtiyacı yoktur. Bu diyalog saçmalığı ehlisalibin hileli oyun ve aldatmacasından başka bir şey de değildir.
Hiç şüphesiz ki bu onların çirkin emellerine ulaşmak için tezgâhladıkları sinsi planlarından biridir. Buradaki gayeleri de şuursuz Müslümanların zihinlerini bulandırmak, şüphe tohumları saçmak ve ardından da misyoner faaliyetlerle Müslüman milletin bilgisiz olan gençlerini Hıristiyanlaştırmak…
Ne acıdır ki böyle bir gaflete düşen yetkili bir imam hatipli… Bu dönemde Hıristiyanların misyoner faaliyetleri alabildiğine yaygınlaşmış durumda ve hiç hız kesmiyor. Kilise evler, bedava İncil dağıtmalar ve özel radyo aracılığıyla propagandalar alabildiğine yaygın ve hiçbir müdahale de söz konusu değil. Ama bir hoca efendi onbeş yaşına gelmemiş çocuklara dinini öğretmeye kalkışırsa hapsi boylar. İşte diyalogun nimetleri(!)
Bir Müslüman’ın diyalogdaki maksadı ne olabilir? Anlaşılır bir yanı yok. Görkemli kilise ve havra yanında baraka bir cami, papaz ve hahamın arkasına itilmiş diyanet işleri başkanı İslam’ın izzetini mi arttırır?
İslam gayrimüslim ile antlaşmalar yapar ama İslam’ın lehine olursa.. Hz. Resullullah (s.a.v.) Medine de Yahudilerle ve müşrik Araplarla antlaşma yapmıştır. Fakat bu antlaşma onbin nüfuslu Medine de bin beşyüz Müslüman’ı koruma ve kollamayı hedef almıştır. Ve hâkimiyeti de ele almıştır. Yani bu sözleşme ile İslam kendi devletini kuruduğunu ve azınlıkta olan tabiri caizse bir avuç Müslüman’ın hâkimiyeti ele aldığını ve resulüllah (s.a.v.) da bu devletin başkanı olduğunu ilan etmesi ile bu sözleşme yeryüzündeki ilk anayasa özelliğini taşımakla tarihteki yerini almıştır.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi yapılan tüm antlaşmalar İslam’ın lehine ve Müslümanların menfaatine idi. İslam anlaşma yaptığı gayrimüslimlere cizye şartı getirmiştir.onlar kendi dinlerinde serbest kalırlar ancak cizye ödemek şartıyla.. Ayrıca hiçbir gayrimüslim kendi dinini bir Müslüman’a telkin edemez ama Müslümanlar İslam’ı tebliğ ederlerdi.
Fatih sultan Mehmet Yahudi ve Hıristiyanlara kendi dinlerini serbestçe yaşama hakkı tanımış. Osmanlı darülacezede kilise, havra ve camiyi yan yana yapmış ibadette serbest bırakmış ama hem cizye almış hem de onların dinlerini telkin etmeye izin vermemiştir.
Peki, bu diyalogda ne gibi bir antlaşma yapılmıştır? Kime ne serbestliği getirmiştir? Bu diyalog hangi din için faydalıdır? Ve kime ne yarar sağlamıştır?
Ehli salibin misyoner faaliyetlerini aleni ve hızlı bir şekilde serbestçe sürdürmesinden anlaşıldığına göre eğer bir antlaşma varsa o da ehli salibin lehine yapılmış, onların lehine cereyan etmekte ve Müslüman’ı kâfirleştirme gayesi güdülmektedir. Zaten onların yegâne arzuları da budur. Hâlbuki İslam:
“ yeryüzünde fitne(küfür) kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” diyor.
(Bakara/193)
İnsanı parayla satan
Kahpe kucağında yatan
Batının taklidini yapan
Medeni sayılır bizde
İTİKAT SAVAŞI
Kur’an Hz. Peygamberin şahsında müminler ile Yahudi ve Hıristiyanlar arasında cereyan eden savaşın ve güç yetmeyecek bedeller gerektiren ihtilafın tabiatını açıklıyor.
Yahudi ve Hıristiyanlar, Müslümanlarla savaşa devam edecekler, çeşitli tuzaklar hazırlayacaklardır. Kur’an’ı bırakıp hakikatten vazgeçmedikçe, bu yakini imanı terk edip onların şirk ve dalalet dolu kötü tasavvurlarına kapılmadıkça onlar savaşa devam edecekler, bırakmayacaklar ve asla müminlerden razı (hoşnut) olup barış yapmayacaklardır.
“Sen onların dinine dönmedikçe Yahudi ve Hıristiyanlar senden razı olmazlar. De ki, Allah’ın hidayeti asıl hidayetin ta kendisidir. Şayet sana gelen ilimden (hidayetten) sonra sen onların heva ve heveslerine uyacak olursan ant olsun ki artık senin için Allah tarafından ne bir yar ne de bir yardımcı vardır.”
( bakara/120)
İşte asıl sebep… Onlara ne verirsen ver, hangi arzularını yerine getirirsen getir… Sen onların dinine tabi olup hakkı terk etmedikçe senden asla razı olmaz ve seni asla sevmezler…
İşte Yahudi ve Hıristiyanların her zaman ve her yerde Müslümanlara karşı giriştikleri savaşın yegâne sebebi. Birbirlerine düşman olmalarına rağmen onları müşterek bir savaşa sevk eden hakiki amil… bu bir itikat savaşı(din savaşı) dır. Zaten “Bush”ta: “bu bir haçlı hilal savaşıdır” diyerek itiraf etmedi mi? Yalnız, İslam’ın ve Müslümanların düşmanları bu savaşı çeşitli renklere boyamaktadırlar. Üstüne çeşitli armalar koyarak başka başka adlar altında yürütmektedirler. Bu dinin müşterek düşmanları savaşın adını ve armasını değiştirirler ve din savaşı yaptıklarını gizler söylemezler. (Bush ağzından kaçırdı)
Hayır… Bu bir itikat savaşıdır. Bu bir iman kavgasıdır. Bu bir din mücadelesidir. Ne arazi (sınır)çatışması, ne sömürgecilik, ne askeri ve silah yarışına ait çarpışma, ne nükleer silah iddiası, ne de benzer yalancı bayraklar ve maksatlar, hiçbiri değil… Onlar aslında bizleri aldatıyorlar. İçlerindeki esas gayeleri gizli… Girdikleri her yere misyonerleri de götürüyorlar ve özellikle gençleri dininden uzaklaştırıyorlar. Ülkemizde de dinler arası diyalog adı altında oynadıkları sinsi oyunla misyonerlik faaliyetlerini pervasızca sürdürüyorlar. Evlerin altında kiliseler açarak gençleri Hıristiyanlaştırıyorlar.
“Kendilerine kitaptan bir nasip verilenlere (Yahudi ve Hıristiyan âlimlerine) bakmaz mısın? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar.”
(nisa/44)
“Ey iman edenler! Eğer kendilerine kitap verilenlerden (Yahudi ve Hıristiyanlardan) her hangi bir topluluğa uyarsanız sizi imanınızdan sonra çıkarır kâfir yaparlar.” (Âli İmran/100)
Evet! Onlar, kendilerine hak zahir olduktan sonra nefislerindeki hasetten dolayı Müslümanların küfre dönmelerini arzu ederler. Onlar Müslümanları Yahudi veya Hıristiyan yapmak için çalışırlar. Bu gaye tahakkuk etmedikçe de Müslümanlardan asla razı olamazlar ve onlarla dost olmazlar.
İşte onları memnun edecek biricik bedel… Oysa kat’i emir ve hakiki hüküm hemen ardından geliyor:
“De ki, Allah’ın hidayeti asıl hidayetin ta kendisidir.”
Kısa ve âlemşümul bir hüküm Allah’ın hidayeti hidayetin ta kendisidir. Geriye kalanın hepsi boş ve hiç birisi hidayet değildir. Allah katında hiçbir değeri yoktur. Bunda hiç şüphe yok… Bütün çırpınışlar boşuna…
“Kim İslam’ın haricinde başka bir din arasa (edinirse) o ondan kabul edilmez ve o ahrette zarar edenlerden olur.” (Âli İmran/85)
İşte sonuç bu… Bütün kapılar kapalı. Az veya çok hiçbir fedakârlık, hiçbir taviz yok. Sakına onların sadakatine inanmayın ve dostluklarına güvenmeyin. Ve asla böyle bir temayüle de kapılmayın. Zira sonu hüsrandır…
“Şayet sana gelen ilimden (hidayetten) sonra sen onların heva ve heveslerine uyacak olursan andolsun ki artık senin için Allah tarafından ne bir yar ne de bir yardımcı vardır.”
İşte kat’i hüküm ve korkunç tehdit… Sana gelen hidayetten sonra onların heva ve heveslerine uyarsan senin için ne bir yar ne de bir yardımcı vardır. Allah ve Resulünün düşmanı ile dostluk Allah’ın ve Resulünün düşmanlığını getirir ki; bu da hüsranın en büyüyüdür.
Silkinip atmazsak asırlarca süren uykumuzu
Kara günler kuşatır hep yaşayan ufkumuzu
KÂFİRLERLE DOSTLUK
“Ey iman edenler Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin zira onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse, onlardandır. Şüphesiz Allah zalimleri sevmez.” (Maide/51)
Müslümanlar hiçbir zaman Yahudi ve Hıristiyanları dost edinemezler. Hele bu dostluk Müslümanlardan bir zümrenin aleyhine ise asla…
Bu gün orta doğuda bir Müslüman kıyımı var. Yıllardır orta doğuda Müslümanları bir bir yok etmek için Siyonizm, emperyalizmle birleşip büyük tahribatlar yapmışlardır.
Ağlama duvarının önünde Müslümanları toptan yok etmek için yemin eden, 1991 Irak savaşında bütün Hıristiyan âlemine kiliselere toplanıp dua etmeleri için emir çıkaran, “bu bir din savaşıdır.” Hıristiyanlığın zaferi için dua edin diyen haçlı ordusunun başkumandanı baba Bush’tan sonra gelen oğul W.Bush babasının izinden gideceğine söz verdi. 11 Eylülde bu bir din savaşıdır diye düşüncesini ve hedefini açıkça ilan etti ve eften püften bahanelerle Irak savaşını başlattı.
Buna yardım etmek amacıyla üsslerini açan, asker göndermek için çırpınan zavallı Müslümanlar! Onların (Hıristiyanlığın) zaferi için dua eden zavallı Müslümanlar! Onların ölülerine şehit diyen zavallı Müslümanlar!..
“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allahtan ilişiği kesilmiş olur.” (Ali İmran/28) Ayetini hiç duymadılar mı?
Uhud da Resulüllah’ın Ebu Süfyan’na cevaben Hz. Ömer’e: “sizin ölüleriniz cehenneme, bizim şehitlerimiz cennete gitti. De!” hadisini hiç duymadılar mı?
Birinci körfez savaşında Irak tarafından israil’e atılan bombalar neticesinde ölen İsrailliler için gönlü tüllenen büyük hoca efendiler! Irak’ta yağan bombalar altında şehit düşen yüz binlerce Iraklı Müslüman için, açlıktan ve ilaçsızlıktan dolayı ölen binlerce Iraklı Müslüman çocuklar için, mezhep imamımız imam-ı azamın, büyük şeyh Abdulkadir Geylani’nin, kâinatın efendisi Hz. Peygamberin sevgili torunu Hz. Hüseyin’in ve daha nice İslam âliminin makberleri üzerine yağan bombalar için de aynı duyguları taşıya biliyor mu? Taşıyorsa niçin bunu söylemiyor? Yoksa kına mı yaktı?
Yahudi’nin yaptığı bunca mezalim karsısında, bu mezalimi göz ardı ederek hala onları masun göstermeye çalışmak, cidden üzücüdür.
Onları Allah reddediyor. “onlar lanetli bir kavimdir” diyor. Bütün karakterlerini, kanlarındaki, genlerindeki kötülüğü, fıtratlarındaki şahsiyetsizliği, Allah’a, Resulüllah’a meleklere ve tüm insanlığa olan düşmanlıklarını bir bir anlatıyor. Resulüllah reddediyor. Onları Medine den sürüyor. Buna rağmen onları masum görerek gönlüm tüllendi demek bir Müslüman âlimin ağzına yakışan bir ifade değil doğrusu.
“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allahtan ilişiği kesilmiş olur.”
Şüphesiz ki Allah’a hakiki bir iman ve hüküm vermek için Allah’ın kitabına davet olundukları halde O’ndan yüz çeviren Allah’ın düşmanlarını sevmek ve dost edinmek ile Allah’a iman ve Allah’ı sevmek aynı kalpte barınabilecek, beraberce varlığını sürdürebilecek türden duygular değildir. İşte bundan dolayıdır ki, müminlerin böyle bir dostluktan şiddetle kaçınmaları için emri ilahi arz ediliyor. Hayatta kitabullah’ın enine rıza göstermeyenleri dost edinen Müslümanların İslam hududunun dışına çıktıklarını kesinlikle ifade ediyor.
Bu dostluk ister kalbi bir dostluk olsun, ister ona yardım etmek şeklinde olsun, ister onun yardımını talep etmek tarzında vuku bulsun fark etmez, hapsi müsavidir.
“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler.”
Ayeti kerime, müminlerin müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmelerini, kâfirlerle dostluktan sakınmalarını emrediyor. Çünkü kâfirler için kâinatta hiçbir kudret ve tasarruf hakkı yoktur. Her şey Allah’ın kudretine dayanıyor. O şüphesiz müminlerin yardımcısıdır. Ve bu yardıma başka kimse muktedir olamaz.
Şayet dostluk kurulursa ne okur?
Bunu yine yüce Allah bu ayetin devamında bildiriyor:
“Kim böyle yaparsa Allahtan ilişiği kesilmiş olur.”
Onun Allah ile hiçbir ilişiği kalmamıştır. Ne yakınlık, ne sıla… Ne din, ne akide… Ne dostluk ve ne de rabıta… Hepsi kopmuştur. O Allah’tan uzak Allah da ondan uzak… Aradaki bütün bağlar kopmuştur.
Fakat bazı durumlarda düşmanın şerrinden emin olmak için bu dostluğa müsaade edilmiştir. Ama bu dostluk lisanî bir dostluktur. Yoksa ne kalbi ne de fiili bir dostluğa asla izin yoktur.
İslam’ın bu konudaki hükmü şöyledir. Bir kâfir hayatta kitabullah’ın hükmüne razı olmadığı halde böyle biri ile Allah’a iman eden bir kul arasında ki sevgi ve dostluk, asla müsaade edilen bir korunma şekli değildir. Nitekim bir müminin, nasıl olursa olsun bir kâfire yardım etmesinin de, onun zararından korunmakla hiçbir ilgisi yoktur. Basit bahanelerle Allah’ı aldatmaya kalkışmak ne bir ehemmiyet ifade eder, ne de böyle bir hilekârlığa müsaade edilmiştir. Yani kısa ifade ile şunu söyleyelim: Sudan bahanelerle kâfir ile dostluk asla mümkün değildir. Ayrıca küfre rıza küfürdür.
Uymayın der din, siz’e…
Uyarsınız dinsizse.
Ne icat ettiniz de
Mani oldu din, siz’e?
KÂFİRLERE UYMAK
“Ey iman edenler! Eğer o kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, sizi imanınızdan sonra gerisingeri çevirirler de kâfir ederler.” (Âli İmran/100)
Bu ayet-i kerime de Allah İslam ümmetini Müslüman olmayanlara uymaktan menediyor. İslam’ın ışığında sağlam bir itikat ve nizam inşa edip onu korumanın yollarını gösteriyor.
Öncelikle ehli kitabın hileli yollarına gitmemelerini yoksa neticenin küfür olacağını beliriyor.
“Ey iman edenler! Eğer o kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, sizi imanınızdan sonra gerisingeri çevirirler de kâfir ederler.”
Ehli kitaba uymak, onların telkinlerini dinlemek, kanun ve nizamlarını kabullenmek her şeyden önce İslam ümmetinin varlık sebebi olan kumandanlık vazifesini kaybettiğinin açık bir delilidir. Aynı zamanda Allah’ın nizamının hayata hâkim olmadığı, onunla yücelme ve ilerlemenin mümkün olmayacağı şüphesinin varlığına delalet eder ki, bu bile küfür filizlerinin canlanmasına yeterde artar bile…
Kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlar bu ümmeti iman ve itikadından uzaklaştırmaktan başka gaye gütmezler. Onların İslam ı ortadan kaldırmak için çalıştıklarından asla tereddüde yer yok.
Müslümanların ahlakının bu kadar bozulmasının bu Allah düşmanlarının telkinleri neticesinde olduğunu kim inkâr edebilir. Sokaklarda göğsü göbeği açık dolaşan kızlar kimin eseri?
“ Kitap ehlinden birçoğu hak kendilerine ayan beyan açıklandıktan sonra sırf nefislerindeki hasetten dolayı sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etmeyi arzu etmektedirler…” (bakara/109)
Bunların gayesi İslam ümmetindeki o sağlam iman kaynağını kurutmaktır. Bunu için ellerinden gelen hile ve desiselerini, güç ve enerjilerini sarf ederler. Açıktan açığa saldıramadıkları zaman hileli yollara başvuruyorlar ve adı Müslüman olan münafıklar vasıtası ile saldırıyorlar.
Bütün düşman güçler birleşip sarmaş dolaş bu imanı içinden boğmaya yelteniyorlar. Bir başka deyişle ev sahibini evinde boğmaya yelteniyorlar. Böylece İslam’dan uzaklaştırıp kendi bozuk sistemlerini süsleyip püsleyip Müslümanlara yutturmak istiyorlar. Bu gün İslam dinini sapık emellerine alet edenler İslamî örf ve adetlerimizi unutturmaya çalışanlar, sünneti yok sayanlar ahkâm’ı ilahiyi çarpıtıp saptıranlar o dersleri nereden alıyorlar?
Bunlara uyarak haktan uzaklaşmak imandan sonra küfre sapmak bir mümin için ne korkunç bir durum. İmandan sonra kendisini küfür bataklığında bulmak… Cennete ulaşmışken tekrar cehenneme dönmek… İman davası hazır bulunduğu ve dimdik ayakta olduğu halde küfre dönmek ne acı şey? Allah’ın ayetleri bütün canlılığıyla yeni inmişçesine bütün tazeliğiyle okunurken, Resulüllah’ın sünneti, hadisleri, telkin ve tavsiyeleri ümmetin arasında iken küfretmek ne korkunç bir akıbet… Ne acı ve ne büyük bir felaket. Hafazanallah!
“Allah’ın ayetleri size okunurken ve aranızda Allah’ın resulü bulunurken nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah’ın kitabına sarılırsa şüphesiz doğru yola erişir.” (Âli İmran/101)
Nasıl olurda küfredersiniz?.. Allah’ı bırakıp ta kitap ehline nasıl uyarsınız?..Oysa size Allah’ın ayetleri okunmakta… Bu ayetler doğru yolun özü, her iyiliğin başı, imanın da koruyucusudur. Bu ayetler Allah katından indiği günkü gibi bütün tazeliği ve canlılığıyla önümüzde… Sevgili peygamberimiz terk-i dünya edip yüce dosta kavuşmuş fakat hadisleri, sünnetleri aramızda ve kıyamete kadar da sürecektir.
Bu sünnetler ulema tarafından öyle tetkikle incelenmiş ki, adeta mikroskopla gözlenmiş, cımbızla seçilmiş. Resulüllah’tan sonra meydana gelen uydurma hadislerden ayırt edilip ayıklanmış – kur’an la paralel olan - saf ve berrak bir sünnet-i resul bütün berraklığı ile aranızda iken nasıl küfre düşersiniz.
Evet, iman nurunun sönmemiş olduğu demlerde mümin nasıl küfre dönebilir. Resulüllah (s.a.v.) gününü doldurup yüce dosta göçmüşlerse de Allah’ın ayetleri ebediyen bakidir. Resulüllah (s.a.v.) hidayet kaynağı hadisi şerifi yaşayacaklardır. İlk demde yaşayanlar gibi bizde bugün aynı hitabı ilahi ile karşı karşıyayız.
Kurtuluş yolu açık, kurtuluş sancağı çekilmiştir… Bu ayeti celile iman ile küfür yolunun ayrılış noktasında yanan bir fener ya da yoldaki bir trafik işareti gibidir.

Kim Allah’ın kitabına sarılırsa şüphesiz doğru yola erişir.”
Allah’a sımsıkı sarılmak kurtuluşun yolu!... Allah’ın kitabına ve resulüne sımsıkı sarılan muhakkak doğru yolu bulmuştur. Asla sapıtmaz tehlikeli durumlara düşmesinden de korkulmaz. Bu yol onu cennet’e ulaştırır.
Abdullah ibn-i Sabit’ten rivayet edildiğine göre: Hz. Ömer huzuru saadete geldi ve: “Ya Resulellah beni kurayza Yahudilerinden bir tanıdığa söyledim, bana Tevrat tan ayetler yazdı getirdi. Görmek ister misin?” dedi. Resulüllah’ın (s.a.v.) mübarek çehresi değişti. Abdullah b. Sabit diyor ki; “Ya Ömer Resulüllah’ın çehresini görmüyor musun?” dedim. Hz. Ömer: rab olarak bana Allah yeter. Din olarak İslam yeter. Peygamber olarak Muhammed (s.a.v.) yeter.”dedi. Resulüllah’ın çehresi yavaş yavaş aklaştı ve buyurdu ki;
“ Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer kardeşim Musa dirilip aranıza gelseydi, siz de beni bırakıp ona uysaydınız dalalete düşerdiniz!.. Ümmetlerden benim nasibime siz, peygamberlerden de sizin nasibinize ben düştüm.”
Cabir (r.a) den rivayet edilen bir hadisi şerifte Resulüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Ehli kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlara bir şey sormayın. Onlar dalalette oldukları için size doğru yolu gösteremezler. O zaman siz ya batılı tasdik edersiniz yahut da hakkı tekzip edersiniz. Allah’a yemin ederim ki, eğer Musa aranızda (sağ) olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapmazdı.”
Aynı hadisin başka bir rivayetinde son cümlesi şöyledir: “ Eğer Musa ve İsa aranızda (sağ) olsalardı bana uymaktan başka bir şey yapmamaları gerekirdi.”
TAKVA
“Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun. (nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun)” (Âli İmran/102)
Kur’an da takva üç derecede zikredilmiştir.
1- Ebedi azaptan sakınmak için Allah’a şirk koşmaktan kaçınmak. İman “ve onlar takva kelimesine bağlandı.” ( Fetih/26)
2- Büyük günahları işlemekten ve küçük günahlara ısrar etmekten sakınmakla farzları eda etmektir ki, şer’an bilinen takva budur. (Araf-/96)
“o ülkenin halkı inanıp/Allah’ın azabından korunsunlar.”
3-kalbin sırrını Allah’tan meşgul edecek her şeyden kaçınmak ve bütün varlığı ile Allah’a yönelmektir.
“ey iman edenler Allah’tan hakkıyla (ona yaraşır biçimde) korkun.”emrindeki gerçek takvadır. (Âli İmran 102)
İbni Mesut der ki: “ Allah’tan hakkıyla korkmak; Allah’a isyan etmeyip itaat etmek, unutmayıp zikretmek, (hatırda tutmak) nankörlük etmeyip şükretmektir.” Bunlar unutma ve yanılma dışında ve kulun gücü nispetinde yapmakla mükellef olduğu şeylerdir ki, düşünülmesi imkânsız olan şeyler değildir.
Sait b. Cübeyr şöyle diyor: “ Bu ayet indiği zaman sahabe bununla amel etmekte çok zorlandılar. Hatta ibadet etmekten ayakları şişip alınlarının derisi soyuldu. Bunun üzerine Tegabun suresinin 16. Ayeti inzal oldu: “ Gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun…” takvanın ölçüsü yoktur. Hudutsuzdur. Nasıl korkulması gerekirse öyle… Şükürle, zikirle, ibadet ve itaatle… Hududu yok… Gönül ona dayana bildiği kadar yaklaşabilir. Kalp bu yola ne kadar dalarsa ona yepyeni ufuklar açılır, bambaşka şevkler belirir. Allah korkusu ne kadar fazlalaşırsa gönül şevki de o oranda artar. Ulaştığı makamdan daha yüce makamlara ulaşır. Varabildiği dereceden daha ileri derecelere varır. Ve sonunda kalbin hiç uyumadığı tamamen uyanık kaldığı bir makama ulaşır. Evliyalar makamına…
Özet olarak diyebiliriz ki, ayet-i celile deki hitap: Allah’a karşı gelmekten sakının. Yani gücünüz yettiği kadar takva sahibi olun. Takva görevinizi tam olarak yerine getirin. Öyle ki, yapabilecek durumda olduğunuz halde yapmadığınız hiçbir şey kalmasın. Yani ibadetleri (farz, vacip, sünnet, müstehap…)tam olarak yapın. Haramlardan mekruhlardan hatta şüpheli şeylerden bile uzak durun. İşte takva budur.
Hz. Ömer (r.a) Übey b. Kâb (r.a.) a “takva nedir?” diye sordu. Übeyb; “sen hiç dikenli yolda yürümedin mi?” dedi. Hz. Ömer; “evet yürüdüm” dedi. Übey: “peki, o zaman ne yaptın?” diye sordu. Hz. Ömer: “eteklerimi toplayıp dikenlerden kendimi korudum.”deyince: “işte takva odur.”dedi.
Yolun dikenlerinden korunmak… bir başka ifadeyle trafik işaretlerine uymak. Şarampole, uçuruma düşmemek için iyice kenardan gitmemektir takva…
“…ve ancak Müslüman olarak ölün.”
Yani nefsinizi Allah’a teslim etmeden ölmeyin. Ayetteki ifade ilk bakışta ölümden sakındırıyor gibi ise de aslında İslam ı terk etmekten sakındırıyor. Ayetin tam tercümesi “sakın ölmeyin. Ancak Müslüman olduğunuz halde ölün.”dür. Yani ölüm size geldiğinde sizi İslam üzere bulsun ve siz İslam üzere ölün demektir.
Ölüm gizlidir. İnsan onun ne zaman geleceğini bilemez Müslüman olarak ölmek isteyen her dem Müslüman olmalı ve öyle yaşamalıdır. Hadis-i şerifte “yaşadığınız gibi ölür öldüğünüz gibi haşr olursunuz” buyruluyor. İnsanlar inandığı gibi yaşar. Yaşadığı gibi ölür ve öldüğü gibi de haşr olurlar. Mümin İslam üzere yaşarsa ölüm de onu o hal üzere bulur ve o mümin İslam üzere ölür.
Burada takvadan sonra İslam’ın zikredilmesi en geniş manasıyla teslimiyet ifade eder. Allah’a teslimiyet ve ona itaat… Onun nizamına uyup, onun kitabıyla hükmetmek…
ALLAH’IN İPİ
Toptan Allah’ın ipine sarılın ayrılmayın (dağılmayın)…” (Âli İmran/103)
Bunu bir önceki konuda geçen ayetle bağlantı yapacak olursak ki, bütün ayetler birbiriyle ilintilidir. Ayrıca bu bahse konu ayetler peş peşedir. Şöyle bir mana çıkar; Müslüman olarak ölmenin tek şartı İslam’a, kur’an a sımsıkı sarılıp onunla amel etmektir. Zeyd b. Erkam (r.a) dan rivayet edilen bir hadisi şerifte Resulüllah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ben sizin aranızda Allah’ın kitabını bırakıyorum. O Allah’ın ipidir. Ona sarılan hidayet bulur. Onu terk eden dalalete düşer.” Ebu Said el Hurdi (r.a) den rivayet edilen bir hadisi şerifte de:
“Ben sizin aranızda Allah’ın kitabını bırakıyorum ki, o gökten yeryüzüne uzatılmış bir iptir.”
İp kendisine yapışanı uçurumdan kurtardığı gibi kur’an da kendisine sarılanı cehennemden kurtarır.
“Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılan dağılmayın…”
Buna da yüksek bir yerden düşmek üzere olan kimsenin kopmaz diye bir ipe sarılması gibi, kur’anın himayesine sarılmak anlatılmaktadır. Uçurumdan düşen bir kimsenin sağlam ipe sarılarak kurtulması gibi… Kur’ana sarılan da cehenneme düşmekten böyle kurtulur.
Onulmayan yara dermansız dert dağılma bölünme ve çözülmedir. Ayrılmaya tefrikaya düşmüştür.
Girmeden tefrika millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.
İman birliği iman kardeşliği ancak gönülleri durultur, kalpleri birleştirir ve Allah’ın sancağı altında toplar.
“Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın hani siz birbirinize düşmandınız. Allah kalplerinizin arasını uzlaştırdı da kardeş oldunuz…”
Allah’ın nimetini tahakkuk ettirmek için kardeşlik… Allah’ın nizamını tahakkuk etmek ettirmek için kardeşlik… Allah’ın nizamını dünyaya hâkim kılmak için kardeşlik…
Bu kardeşlik takva ve İslam ruhundan doğan bir kardeşliktir. Bu kardeşliğin esası Allah’ın ipine kelamına kitabına dinine nizamına sarılmaktır.
Yoksa baksa mefkûrelere, başka hedeflere yahut bir yığın cahiliye iplerinden biri ipin etrafında toplanıp birleşmek değildir.
Kavmiyetçilik duygularındaki kardeşlikler gibi… Mümin her hangi bir ırk etrafında toplanmaya kalkarsa diğer ırkları karşısına almıştır.
Medine de evs ve hazreç kabilesinin kardeşliğini çekemeyen Yahudiler bugünde Müslümanların arasında aynı fitneyi çıkarıyorlar. Bugün hiçbir Müslüman ülkenin bir diğerini sevdiğini göremezsin.
Hâlbuki bu ayet dindeki kardeşliğin nesepteki kardeşlikten daha önemli ve hayırlı olduğunu göstermektedir.
Ayette geçen şefa: taraf, kenar, Hufre ise; çukur demektir. Yani siz cehennem çukurunun kenarında idiniz.
Burada iki mana vardır:
1- İslam gelmeden önce küfür üzere idiler. Cehennem ile onlar arasında sadece o hal üzere ölmek kalmıştı. Eğer küfür üzere ölselerdi cehenneme düşeceklerdi. Allah onlara İslam ı nasip etti ve cehennemden kurtardı.
2- Evs ve hazrec kabileleri birbirleriyle düşman idiler ve daima savaş halinde idiler. Her türlü rahat ve emniyetleri kaybolmuş artık canlarından bezmişlerdir. Tam bu dönemde Allah İslam ile onların asındaki fitne ateşini söndürmüştü ve rasül vasıtasıyla kalplerinin arasını uzlaştırdı kardeş oldular.
Tarihi kinleri, bedevi ihtirasları, şahsi tamahları, birbirleriyle savaş için taassupla kaldırdıkları bayrakları bir kenara bırakıp tevhit sancağı altında toplandılar kardeş oldular. Her kez canından malından emin olarak yaşamaya başlayınca Yahudilerin hoşuna gitmedi. Yukarıda arz ettiğimiz fitne ateşini yakarak cahiliye devrindeki kötü hallerini geri getirmek istediler. Ancak Allah resulü buna engel oldu.
“İşte doğru yola erişesiniz diye Allah size ayetlerini böylece açıklıyor.”
Konuyu özetleyecek olursak buradan şu dersleri çıkarmamız gerekir;
1- Dinimize uymayan kimselere özellikle ayrılık işareti verenlere inanmamamız, uymamamız gerekir.
2- Takva ve teslimiyet ile Allah’ın dinine ve kitabına sarılmamız gerekir.
3- Ayrılığa düşmememiz, birbirimize düşman olmamamız gerekir.
4- Allah’ın bize ihsan ettiği nimetini hatırlamak ki bunun en başında gelen İslam nimetidir. İslam sayesindeki kardeşlik nimetidir.
Yani Cenabı Hak bize ipine sarılmamızı ve dinine tutunmamızı emretmiş, nimet olarak İslam ı vermiş, kuran ve peygamber aracılığıyla da kalplerimizi birbirine ısındırmıştır.
Fakat kalpleri çabuk paslanan bazı kimseler de buluna bileceğini ve bu pasların da vaaz ve irşatlarla, Allah’ı ve ahireti hatırlamakla silinebileceğine bir sonraki ayetlerle işaret edilmiştir.
DÜNYA HAYATI
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. (ki ebedi ve daimidir.) keşke bilselerdi.” (Ankebut; 64)
Dünya hayatı bir oyundan ibarettir. Bir tiyatro oyunu… Kur’an dünya hayatını bir tiyatro sahnesine benzetiyor. Zira tiyatronun tarihi M.Ö. 2000 li yıllara dayanır.
Kur’an’daki bu ifade mucizevîdir. Buradaki eğlence ve oyuncak tiyatrodaki sahnelere benzetilerek geçici olduğu bildiriliyor. Nasıl ki tiyatro sahnelerindeki roller tiyatro süresince devam eder ve oyun bitince rollerde biter. Aynı şekilde dünyadaki roller de kısa ve geçicidir. İnsana verilen rol, ölümle noktalanır. Ayetin devamında da belirtildiği gibi:
“…Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. (ki ebedi ve daimidir.) keşke bilselerdi.”
Kısa ve geçici rollerin bitiminden sonra normal hayatın başladığı gibi, insan için asıl hayat, ölümle noktalanan dünya sahnesindeki rolün bitişiyle başlar.
Bir tiyatro sahnesindeki aktöre düşen görev verilen role itiraz ya da isyan etmek değil, verilen rolü en iyi şekilde oynamaktır. Yani bir aktöre kral rolü verilmişse o kral rolünü en iyi şekilde oynamakla yükümlüdür. Kral rolündeki aktör ben kralım diyerek istediğini yapamayacağı gibi bu rolü sahnede iken kabul etmeme hakkına da sahip değildir. Ona düşen görev, rolünü en iyi şekilde oynaya bilmektir. Bir topalın ya da bir dilencinin rolü de verile bilir. Yapması gereken şey yine aynı şekilde rolünü en iyi şekilde oynamaktır. Bana niçin dilenci rolü verildi diye isyan etme hakkı yoktur. Çünkü ona göre ücret alacaktır. Rolünü iyi oynarsa ücreti o nispette fazla olacaktır ve de seyircinin beğenisini o nispette kazanacaktır. Tiyatrolarda krallar kral oldukları için alkışlanmazlar. Rolünü iyi oynayanlar alkışlanırlar. Mükâfatı da o nispette olur.
Kur’an da Hz. Allah bu dünyayı bir tiyatro sahnesi kadar bir müddet olarak ifade ediyor. Buradaki roller de geçicidir. Kim rolünü iyi oynarsa ahrette mülkün sahibi tarafında mükâfata mazhar olur ve semavatın sakinleri tarafından da övülürler (alkışlanırlar). Rolünü beğenmeyen ya da kendi istekleri doğrultusunda hareket edenler cezalandırılırlar.
Daha önce de belirttiğimiz gibi hiç kimse rolünü kendisi seçme hakkına sahip değildir. Krala neden bir çöpçü rolü verilmemişte kral rolü verilmiş? Veya bir çöpçüye ya da bir dilenciye neden çöpçü ya da dilenci rolü verilmiştir diye kimsenin itiraz hakkı yoktur. Allah senaryoyu yazmış (levhi mahfuzda), rolleri taksim etmiş ve cüz’i iradeyi vermiştir. İnsan bu cüz’i irade ile rolünü güzelleştirmekle yükümlüdür. Bu cüz’i irade onun rolünü tayin eder. Yani iyi veya kötü oynamasını sağlar. Bu rol bir kötürüm rolü de olabilir, bir dilenci rolü de olabilir, bir kapıcı, bir memur, bir amir ya da bir prens rolü de olabilir. Hiç kimsenin buna itiraz hakkı yoktur. Çünkü bu mülkün sahibi bu rolleri taksim ederken herkese uygun olanı vermiştir. Aynı zamanda bu bir imtihandır. Bize düşen buna itiraz değil, rolümüzü iyi oynamaktır.
Evet, bu dünya hayatı geçici ve bir tiyatro sahnesi kadar kısadır. Aslolan ahiret hayatıdır. İnsan buradaki rolü ne olursa olsun isyan veya itiraz yerine Rabbim den geldi deyip severek en iyi şekilde oynamak suretiyle semavatın sakinleri tarafından alkışa ve kâinatın sahibi yüce Allah tarafından da mükâfata nail olmayı hedeflerse ahiret yurdunda huzur bulur ve mutlu olanlardan olur.
“Müminin derdi ile dertlenmeyen bizden değildir.” (hadis-i şerif)
MÜSLÜMAN!..
Sen cihan şümul bir davanın mensubusun. Dünyada olup bitenler karşısında hissiz, duygusuz kalamazsın. Bu gün dünya emperyalist güçlerin hegemonyası altında inim inim inlemektedir. İslam’ın yok edilmesi için girişilen bu savaş beynelmilel Siyonizm’in menfaatleri doğrultusunda gerçekleşmektedir.
Irak Amerika ve batının çizmesi altında inlemektedir. Emperyalist zihniyetin yardımıyla Yahudi Siyonizm’i genişleyip cihan hâkimiyeti kurmak için Müslüman masum Irak halkına büyük bir vahşet tertip etmiştir.
Kana susamış vahşiler, hürriyet çığırtkanlığı yapıp dünya cenneti vadeden ikiyüzlü, gözü dönmüş barbarlar Iraklı Müslümanların kanlı gözyaşlarıyla alay ederek vahşice saldırıyorlar. Senin iki cihanda önderin Hz. Resulüllah:
“Müminin derdi ile dertlenmeyen bizden değildir.” buyuruyor.
Hal böle iken dünya kamuoyu bu alçak zulüm karşısında susmakta, bizdeki hâkim mevkilerde olanlar da onların zaferi için dua etmektedirler.
Müminin dostu mümindir. En azından bu büyük musibete maruz kalan Müslüman kardeşlerimizin dertleriyle dertlenelim.
Bütün dünyada İslami hareket dev adımlarla yol almaktadır. İlerde zafer günleri bizi bekliyor. Şüphesiz zafer inananların olacaktır. “istikbal inkılabatı içerisinde en gür sada islam’ın olacaktır.” İslam yeniden gündemdedir ve ebediyen yaşayacaktır. İnananları, zalimlerin zulmü hak yoldan alıkoyamaz. Çünkü güneş balçıkla sıvanmaz.
Bir gün elbet bu vahşetin hesabı da sorulacaktır. O puşt (Bush) domuzu bilmelidir ki, Irak cani’lere mezar olacaktır.
Batıldan almış suyunu
Pas tutmuş karga beyni
Darvin’in alçak maymunu
Medeni sayılır bizde
ALLAH’TAN BAŞKASINA TAPANLAR
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başkasını O’na emsal edinir. Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise Allah’ı daha çok severler. Zulmedenler azabı görecekleri zaman gibi, keşke bütün kuvvetin hakikaten Allah’ın olduğunu ve Allah’ın cidden pek çetin azabı bulunduğunu bilselerdi.” (Bakara/165)
Onların emirlerine, yasaklarına, arzu ve isteklerine itaat ederlerde Allah’a isyan içinde bulunurlar.
Böyle yapıldığı- Allah’ın adıyla yan yana zikredildiği ve kalplerdeki Allah sevgisine ortak edildiği takdirde- bu hal gizli veya açık bir şirktir. Bunların bir kısmı bu şirki açıktan açığa yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi…
Onları Allah’ı sever gibi severler. Onları nimet sahibi, kurtarıcı olarak tanırlar. Onların sevgisini hareketlerinin başı kabul ederler. Allah’a yapılacak tazim ve itaati onlara yaparlar. Allah’ın rızasını düşünmeden onların rızasını elde etmeye, kazanmaya çalışırlar. Allah’a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler. Ondan yardın bekler, ondan medet umarlar.
Bu ayetten anlaşılıyor ki, ilahlık manasında son derece sevgi bir esastır. Ve mabut en yüksek seviyede sevilen bir şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler, ne olursa olsun mabut edinilmiş olur. Sevginin hükmü ise itaattir. Bunun için mabuda son derece itaat edilir.
İnsanlar tarafından böyle sevgiyle mabut mertebesi verilerek Allah’a denk tutulan şeyler çeşitlidir. Bir taştan, bir ağaçtan, bir madenden, bir ottan, bir insandan tutun da ruhlara, meleklere, gök cisimlerine, hatta cinlere, şeytanlara kadar ilah edinenler vardır.
Tefsir âlimleri; denk, emsal, benzer manalarına gelen “endad”ı bu tür hezeyanları “Allah’a isyanda itaat ettikleri liderleri, önderleri, başkanları, büyükleri” diye açıklamışlardır.
Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, kudret, makam, mevki, itibar, güzellik gibi herhangi bir umuda sebep sayılan dilberler, sevgililer, Kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları Allah gibi seven, onlar uğruna her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu şirk konusunun putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder.
Eski yunan, roma, batı medeniyeti (ki hiçbir zaman bir medeniyet olamamıştır) ve edebiyatında böyle muhabbet mabutlarının haddi hesabı yoktur. Bu duygu zamanına göre türlü türlü şekillerde ortaya çıkar. Hıristiyanlık ta bu ruhla doludur. Eski Romalılar Hıristiyan olmadan önce Zeüs’e Merkür’ün oğlu diyerek tapıyorlardı. Hıristiyan olduktan sonra eski dinlerindeki o batıl inançları Hıristiyanlığa taşıdılar. “İsa (hâşâ) Allah’ın oğludur” deyip Hıristiyanlığı tahrif ettiler. Batı ruhunda batı edebiyatında bu tür şirkler o kadar ileri gitmiştir ki eline bir kalem alan ve herhangi bir şiir söylemek isteyen sevgilisine ilah mertebesi vermeyi, en ufak bir işi övmek için hemen yaratma kudretini yakıştırmayı bir hüner, bir şeref addederler.
Bu son asırda bizim edebiyatımıza da bu girmiş durumda. Şarkılarda, türkülerde, şiirlerde bu tür hezeyanları görmek hiçte zor değil. Hatta birçoğu bu tür hezeyanlarla dolu…
Yeryüzündeki insanlık kavgaları hep bu tür zıt olan mabutların mücadelesi yüzündendir. Bu anlaşılmazlık ve ihtilaflar, her birinin arkasındaki binlerce dalkavuk tarafından körüklenir. İnsanlık günden güne ahlaki düşüklüğe sürüklenir. İlimlerin, fenlerin, sanatların, teknik ve teknolojilerin gelişmesi buna çare bulamaz. Aksine bu şirk ateşini yakmak için gaz ve benzin olarak kullanılır.
Peygamberlerden velilerden Allah’ın sevgili kullarından medet ummak, yardım istemek, onlara adak adamak, onlar adına kurban kesmek, mezarlarında mum yakmak, ip bağlayıp dilek dilemek, herhangi bir işinin olması için onlara dua etmek vs. de bunları mabut derecesine çıkarmak anlamına gelir ki bu da şirktir.
Bunun için Allah’ın peygamberleri, velileri gibi sevgili kullarını severken ayeti kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini Allah sevgisi derecesine vardırmaktan kaçınılmalıdır. Allah için sevmekle Allah’ı sever gibi sevmek arasındaki farkı iyi bilmek gerekir.
Allah’ı sevenler Allah’ın sevgili kullarını da severler. Fakat Allah’ı sever gibi değil. Allah için severler ve bu sevgi ile Allah yolunda olanlarla beraber o yolda olurlar.
“(Resulüm) De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âli İmran/31)
Buna göre Allah’ın sevgili kullarını sevmek ve onlara uymak, onların yolundan gitmek şirk değildir. Aksine bu, Allah’ın sevgisine delil olur. Fakat hiçbir zaman bu sevgi Allah sevgisi gibi olmamalı..
“İman edenler ise Allah’ı daha çok severler.”
Allah’ı sevdikleri kadar hiçbir şeyi sevmezler. Ne kendilerini ne başkalarını, ne şahısları ne değerleri, ne alametleri, ne de bir başka şeyi..
Allah sevgisi en büyük sevgidir. Her türlü kayıt ve ölçülerin üstünde mutlak bir sevgi. Başkalarına karşı besledikleri bütün sevgilerin fevkindedir Allah sevgisi…
“Zulmedenler azabı görecekleri zaman gibi, keşke bütün kuvvetin hakikaten Allah’ın olduğunu ve Allah’ın cidden pek çetin azabı bulunduğunu bilselerdi.”
Allah’tan başkasını Allah’a emsal edinenler hem hakka hem de kendilerine zulmetmişlerdir.
“Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür.”
Ne olurdu bu günden Allah’ın huzuruna çıkacakları günü görebilselerdi. Ne olurdu zalimleri bekleyen azap gününe muttali olabilselerdi…
O vakit bütün kuvvetlerin, kudretlerin ve bütün hâkimiyetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli ve çetin olduğunu bilecekler, eşinin ve emsalinin bulunmadığını da öğrenmiş olacaklar.
MÜMİNLERİN VASIFLARI
Müminun suresinin ilk ayetlerinde kurtuluşa eren müminlerin ibadetlerinden, ahlaki yaşayışlarından ve nail olacakları uhrevi nimetlerden bahsedilmektedir. Nitekim Abdullah b. Abbas’tan rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.), bu ayetlerin inzalini müteakip “Bana on ayet indi ki, durumu bunlara uyan cennete girecektir” buyurdu ve bu surenin ilk on ayetini okudu.
“Şüphesiz müminler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekâtlarını verirler. Onlar ki, iffetlerini korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin altındaki sahip oldukları (cariyeler) hariç ( bunlarla ilişkilerinden dolayı) kınanmış değillerdir. Şu halde kim bunun ötesine gitmek isterse işte onlar haddi aşanlardır. Yine onlar (o müminler) ki, emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Onlar ki, namazlarına devam ederler. İşte asıl bunlar varis olacaklardır. (Evet) Firdevs’e varis olan bunlardır ve orada ebedi kalırlar.” (Müminun/1-11)
Hz. Ömer (r.a) in şöyle dediği rivayet edilir: Resulüllah (s.a.v.) a vahy indiğinde yüzünün yanında arı vızıltısı gibi sesler duyulurdu. Bir saat kadar bekledik, sonra kıbleye yöneldi. Ellerini kaldırarak şöyle dedi: “Allah’ım bize arttır, eksiltme. Bize ikram et, bizi küçük düşürme. Bizi tercih et, başkalarını bize yeğleme. Bizden razı ol ve bizi de hoşnut eyle” sonra şöyle dedi: “Bana on ayet indi. Kim o ayetlerdekilerle amel ederse cennete girer.” Sonra da bu ayetleri okudu.
“Şüphesiz müminler kurtuluşa ermiştir.” Burada nitelikleri belirtilen müminler kurtuldular.
“Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler”
Namazlarını huşu içinde kılarlar. Huşu hakkında âlimler üç görüş belirtmişler.
1. Kalbin korkması, nefsin alçalması, Allah’ın azametine saygı..
2. Azaların sakinleşmesi, takvayla Rabbinin huzurunda eğilmesi
3. Kalbin korku ile rabbinin azametine sığınarak nefsin küçülmesi ile azalarının teskin olmasıdır.
Yani huşuun aslı kalpte korku bedende ise azaların teskini ile rabbinin huzurunda saygılı olmaktır. Tercih edilen görüş namazda huşulu olmak; kişinin bütün kalbini namaza vermesi namazla meşgul olup diğer şeyleri zihninden çıkarması ve namazda Allah’ın huzurunda olduğunu unutmamasıdır.
Namazda huşuun işareti ise organların sakinleşmesidir ki, bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Elbiseyi düzelmekten, sağa sola bakmaktan, parmakları birbirine geçirmekten, saçıyla sakalıyla oynamaktan, esnemekten, parmaklarını çıtlatmaktan, herhangi bir yerini kaşımaktan vs. sakınmaktır.
Nitekim Resulüllah (s.a.v.) namazda sakalıyla oynayan birini görünce “Kalbi sakinleşseydi organları da sakinleşirdi” buyurmuştur.
Hz. Ayşe validemiz (r. anha ) buyuruyor ki: Rsulüllah’a namazda sağa sola bakmayı sordum. Buyurdu ki:
“O namazdan çalmaktır. Kul namazda başka yere bakar şeytan ondan çalar kaçar.”
İbni Sirin den rivayet edilmiştir ki; Önceleri Resulüllah ve ashabı namazda semaya bakıyorlardı. Bu ayetler inince secde mahalline bakmaya başladılar.
Hz. Ayşe validemizin (r.anha ) annesi Ümmü Rumman diyor ki: “Namazda sallanıyordum Ebu Bekir gördü bana öyle kızdı ki; az kalsın namazdan çıkacaktım. Sonra da şöyle dedi: Resulüllah’tan ( s.a.v.) işittim, buyurdular ki: “sizden biriniz namaza durduğu zaman her tarafı sakin olsun. Yahudiler gibi sallanmasın. Zira bu namazın tamamındandır.”
Bu anlatılanların aksi olursa namaz olur. Fakat sevaptan mahrum ruhsuz, şevsiz ve yavan olur. Kişi kıldığı namazdan bir haz, bir lezzet alamaz.
“Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.”
Batıl, faydasız, hayırsız sözlerden fiillerden düşünce ve davranışlardan yüz çeviriler. Dünya ve ahirette insanlığa faydası olmayan sözlerden, dedikodu, gıybet, laf taşıma vs. den yüz çevirirler. Boş işlerle uğraşmazlar, boş fikirler peşinde koşmazlar.
“Onlar ki, zekâtlarını verirler.”
Buradaki zekât nisabı ve miktarı belli olan zekât değildir. Burada Allah yolunda yapılan tasadduk hayır ve hasenat kastedilmektedir. Çünkü bu ayetler Mekke’de nazil olmuştur. Nisabı, miktarı belli olan zekât ise hicretin ikinci senesinde Medine’de farz kılınmıştır.
“Onlar ki, iffetlerini korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin altındaki sahip oldukları (cariyeler) hariç ( bundan dolayı) kınanmış değillerdir.”
Evet, onlar ırzlarını iffetlerini haramdan korurlar. Görünmesi haram olan yerlerini herkesin görmesini asla istemezler. Zina yapmazlar zinaya giden yollardan kendilerini korurlar. Öyle dar, sıkı, ince, şeffaf, vücut hatlarını meydana çıkaran elbiseler giyerek sokağa çıkmazlar. Bakanların dikkatini üzerine celp eden kıyafetlerle insanların karşısına çıkmazlar.
İslam’daki örtünün sebep ve hikmetlerinden biri hatta belki de en başta geleni dikkat çekici cezp edici kıyafetler giyerek insanların dikkatini üzerine çekmemektir. Çünkü bu insanı zinaya sürükleyen bir yoldur. İslam ise öncelikle zinaya giden yolları tıkar. Allah (c.c.) kur’an’ı Kerimde:
“Zinaya yaklaşmayın. Şüphesiz o ciddi bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.”buyuruyor.
( İsra/32)
Günümüzdeki kadınların büyük çoğunluğu dar, sıkı, şeffaf elbiseler giyerek bütün vücut hatları belli olur bir şekilde sokaklarda dolaşıyorlar. Ne acı ki, başını örten de böyle örtmeyen de… Hz. Resul’ü Ekrem (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyuruyor:
“Ümmetim üzerine bir zaman gelecek. O zamanda bir takım kadınlar olacak ki, üzerlerinde bir elbise vardır. Ama tıpkı çıplak gibidirler. Onların başları deve hörgücü gibidir. Onlar asla cennete giremeyecekler ve cennetin kokusunu dahi duyamayacaklar.”
Çıkmış şarlatanın biri “pardösünün altından pantolon giymek caizdir, mahzuru yoktur” demiş, kadınlar da pardösü, tayyör hatta gömlekle pantolon giymeyi moda yapmışlar. Başında başörtüsü sırtında gömlek veya tayyör ya da pardösü fark etmez, bacağında da daracık bütün vücut hatlarını meydana çıkaran pantolon sokağa, çarşıya, pazara çıkıyor. Zavallı kendisi de onun örtü olduğunu belki inanmıyor fakat ne yapsın moda diye bir şey çıkarmışlar ve herkes (çoğunluk) öğle giydiği için örtü zannediyor. Merhum Necip Fazıl Kısakürek bu tür örtüler için büyük doğularda der ki: “üstü şişhane altı tersane neylesin Fatma bacı.”
“Onlar ki, emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.”
Bu emanetler yalnızca eşyaya has değildir. Allah’a ait haklar ve kullara ait hakları da kapsar. Vekâletler, velayetler, kulun emrolunduğu şeyler de emanetlerdendir. Sözler de öyledir. Allah’a verilen sözler, Resulüllah’a verilen sözler, insanlara verilen sözler, yapılan antlaşmalar ve taahhütleri içine alır.
Emanete riayet ederler hıyanet etmezler. Kendilerine güvenildiği zaman ihanet etmezler. Sözleşme yaptıklarında söz verdiklerinde sözlerini yerine getirirler. Ahde vefa ederler. Müminler hep ahitlerinde vefakârlık etmişlerdir. Münafıklar ise tersini yapmışlardır. Hz. Resul’ü Ekrem (s.a.v.): “münafıkların alameti üçtür. Konuştukları zaman yalan söylerler, emanete hıyanet ederler ve sözlerinde durmazlar.” buyuruyor.
“Onlar ki, namazlarına devam ederler.”
Namazlarına devam eder, terk etmezler. Huşu ile adap ve erkânına riayet ederek ve de vaktinde kılarlar. Burada Allah (c.c.) müminlerin vasıflarını anlatırken namazla başlıyor, yine namazla bitiriyor. Kur’an da en çok zikredilen namazdır. Yüzün üzerinde namazdan bahsedilir. Yetmişin üzerinde namaz emredilir. Bu da namazın üstünlüğünü, büyüklüğünü, önemini, faziletini ve olmazsa olmazlığını gösteriyor.
“İşte asıl bunlar varis olacaklardır. (Evet) Firdevs’e varis olan bunlardır ve orada ebedi kalırlar.”
Onlar temelli kalacakları Firdevs cennetin varisleridirler. Allah Resulü (s.a.v.) buyuruyor ki: “Allah’tan Firdevs’i isteyin çünkü o cennetlerin en yücesidir. Firdevs’te bulunanlar arşın gıcırtısını iştirler.”
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Silinmiş farz edilsin sinelerden havf ı Yezdan’ın
Ne irfanın kalır tesiri emin ol ne vicdanın
ALLAH KORKUSU
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr/18)
Her nerede olursanız olun ve ne iş yaparsanız yapın, Allah’tan korkun. O’na isyan etmekten sakının. Nifaktan, küfürden, zulümden, fısktan, isyandan, şeytanın tuzağından, şeytanın hilesine aldanarak kötü bir akıbete duçar olmaktan sakının, Allah’tan korkun..
Allah korkusu kalpteki bir haldir. Kalbi hassas kılar, uyanık tutar. Her halükarda kalp Allah’ı düşünür, korkar ve Allah’ın sevmediği bir halin kendisinde olmasından hayâ eder duruma gelir. Allah korkusunun temelinde bu vardır. Yani Allah’ın rızası olmayan şeylerden sakınmak, yaklaşmamak… Mümin bütün azalarıyla Allah’tan korkar.
“Müminler o kimselerdir ki, Allah’ı andıkları zaman kalpleri titrer.(gönülleri ürperir) Allah’ın ayetleri onlara okunduğu zaman imanları artar. Ve onlar rablerine tevekkül ederler.” (Enfal/2)
Mümin olduğunu iddia edip de gerçekte iman etmemiş olan münafıklar gibi Allah’ın ayetlerinden kaçmazlar. Böylelerini Allah (c.c) müddessir suresinde şöyle tasvir ediyor:
“Onlara ne oluyor ki, adeta aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi öğütten (ayetlerimizden) yüz çeviriyorlar?” (Müddessir/49,50,51)
Ebu’l-Leys Es-Semerkandi der ki; Allah korkusunun yedi alameti vardır.
1. Dilde belirir: Allah korkusu taşıyan kişi, dilini yalandan, dedikodudan, gıybetten koğuculuktan, iftiradan, boş sözlerden, alı kor. Allah’ı zikreder, kur’an okur, insanları irşatla ve ilmi konuşmalarla (ilimle) meşgul olur.
2. Kalpte belirir: Allah korkusu taşıyan kul, başkalarına karşı kalbinde kin, nefret, adavet (düşmanlık), haset barındırmaz. Resulüllah (s.s.v.) şöyle buyuruyor: “Ateş odunu yaktığı gibi haset de iyilikleri yer.”
3. Gözde belirir: Allah korkusu taşıyan kul, harama bakmaz. Kimsenin malına, ırzına, namusuna bakmaz. Ayrıca dünyaya aç ve muhteris (ihtiras dolu) gözlerle değil de ibretle bakar. Resulüllah (s.a.v.) efendimiz şöyle buyurdular: “Kim gözünü haramla doldurursa Allah’a kıyamet günü onun gözünü ateşle doldurur.”
4. Karında belirir: Allah korkusu taşıyan kul, karnına haram lokma sokmaz. Resulüllah (s.a.v.) efendimiz şöyle buyurdular: “İnsanoğlunun karnına haram bir lokma inice lokma midesinde kaldığı sürüce yerde ve gökte melekler tekrar tekrar ona lanet eder. O lokmayı hazmederken ölürse varacağı yer cehennemdir.” Kur’an da Cenabı Zül-Celal şöyle buyuruyor:
“Haram yiyenler karınlarına doldurdukları ateşten başka bir şey değildir.”
5. Ellerde belirir: Allah korkusu taşıyan kul, ellerini harama Allah’ın hoşnut olmadığı şeylere değil de Allah’ın razı olduğu, rızasına uygun şeylere uzatır.
6. Ayakta belirir: Allah korkusu taşıyan kul, Allah’a isyana giden yollara, günaha, Allah’ın yasak ettiği yollara değil de; Allah’ın emrine uygun ve O’nun rızasını kazandıracak işlere doğru yürür.. Âlimler ve Salihlerle buluşmak ve onlardan istifade etmek gayesiyle adımlarını atar.
7. Amelde belirir: Allah korkusu taşıyan kul, ibadetini Allah rızası için yapar. Riyadan gösterişten kaçınır. Birileri ona şu ameli yapıyor desinler diye hiçbir iş yapmaz. İbadetinde, hayır ve hasenatında riyadan kaçınarak Allah rızasını gözetir.
“herkes yarına ne hazırladığına baksın.”
Herkes kıyamet günü için neler yaptığına, kendisinden önce neler gönderdiğine bir baksın. Hesaba çekilmeden önce yaptıklarını düşünüp nefsini hesaba çeksin. Nefis muhasebesi yapsın. Hz. Ebu Bekir (r.a.): “Kabre azıksız giren, denize gemisiz girmiş gibidir” buyuruyor.
Bu mana kalbe gelir gelmez hemen amel defterini hatta bütün hayatının sahifeleri önüne seriliyor, hâsılatının hesabını bütünüyle tafsilatlı olarak yapıyor ki, yarın için ne hazırladığını bu günden görerek bilsin, hatalarını telafi etsin, eksiklerini tamamlasın ve yanlışlarını düzeltsin.
İşte bu tefekkür insana zayıf yönlerinin eksiklerini ve hatalarını göstermeye, ne kadar hayır işlerde bulunmuş, ne kadar gayret sarf etmiş olsa da yine kusurlarının bulunduğunu ilham etmeye kâfidir.
Bir insan eğer hayır hasenat dağarcığı boş ise iyilik ve ihsandan nasibi az ise elindekilerden Allah yolunda sarf edememiş ve Salih amele de fazla itibar etmemişse yani kendisinden önce bir şeyler göndermemişse o insanın hali nice olur?
Allah’a ve peygamberine, imana, kur’an’a sarılmayıp, kendisine ölüm tattırılmayacakmış gibi, Allah korkusu olmadan, bir düzene girmeden, hayvanlar gibi hatta hayvanlardan da aşağı bir hayat sürenler, her canlıya ölüm geldiği gibi onlara da ölüm geldiği zaman gerçekten ölmüş olacaklardır. Yaşadıkları hayat tarzı sebebiyle orada maruz kalacakları muamele onları pişman edecek. “Keşke çürüyüp toprak olsaydık” diye sızlanacaklar. Fakat bundan bir fayda göremeyecekler. Bunun onlara bir faydası olmayacak. Ya da “ Ah keşke Allah’ı ve Resulünü tanıyıp itaat etseydik de bu hallere düşmeseydik” yahut da “ Ya Rabbi! Bizi tekrar dünyaya geri gönder. Sana ve sevgili peygamberin Hz. Muhammet (s.a.v.)e iman ve itaat ederek Salih amel işleyelim de o Salih kulların gibi biz de bu ebedi hayatta güzel muameleye muhatap olalım” diyecekler. Dünyada dökmedikleri gözyaşlarını dökecekler. Dünyada yapmadıkları niyazları yapacaklar ama heyhat… Çünkü oradan tekrar dünyaya geri dönüş yok. Bu ah ve figanlara, bu yakarışlara şöyle bir cevap verilecek: “Dünya ahretin tarlasıdır. Orada ekseydin burada biçecektin artık geri dönmeye de kudretiniz yok.”
Behlül dâne bir gün halife Harun Reşitle karşılaşır. Harun Reşit bu mübarek zata sorar:
- Ya Behlül nereden geliyorsun böyle? Behlül dâne hiç düşünmeden cevap verir:
- Cehennemden geliyorum.
- Ne işin vardı orada? Hazret cevap verir:
- Ateş lazım oldu. Cehenneme gidip de oradan biraz layım dedim. Fakat cehennemin bekçisi “ Burarda ateş yoktur” dedi. Nasıl olur? Cehennem ateş yeri değimli? Dedim bekçi “ Evet burası ateş yeri ancak buraya her gelen ateşini dünyadan getirir” cevabını verdi der.
Evet, oraya ateş götürmemek için işlemiş olduğumuz günahlardan tövbe edip Allah’ın dinine yaraşır bir Müslüman olarak Salih amel yani iyi ve yararlı işler yapmalıyız. Böylelerinin ölümleri aslında onların hayatları demektir. Zira onlar bu dünyadaki hayata bel bağlamazlar. Geçek hayat olan ahret hayatını beklerler. Çünkü Salih amel işleyene Allah cennet vaat ediyor.
“Cehennem ehli ile cennet ehli bir değildir. Elbette ki cennet ehli kuruluşa erenlerdir.” (Haşır/20)
“Şüphesiz iman edip Salih amel işleyenler için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.” (…)
“Allah’tan korkun şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”
ALLAH SEVGİSİ
“(Resulüm) De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. De ki; Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”
(Âli İmran/31,32)
Şüphe yok ki Allah’ı sevmek kuru laflarla olmaz. Vicdani bir aşkla da gerçekleşmez. Bu dava sadece Allah’ın Resulü’ne tabı olmak, O’nun hidayeti üzere yaşamak ve hayatta O’nun nizamını gerçekleştirmekle olur. İman da şüphesiz ağızlarda gevelenen laflardan ibaret değildir. Resulüllah’ın öğrettiği şekilde Allah’ın nizamını yaşamaktır.
Bu iki ayetten birincisi hakkında İbni kesir, tefsirinde şöyle der: “Bu ayet allah’a muhabbeti olduğunu iddia edip, fakat Resulü’nün göstermiş olduğu yola sülûk etmeyen her insan iddiasında yalancı olduğu hükmünü ortaya koyuyor. Ta ki her türlü söz ve davranışında o, şeriat-ı Muhammed iyeye ve eşsiz dine tabi olup Resulüllah’ın şu ifadesini düstur edinene kadar:
“Kim bizim emrimiz olmadan bir iş yaparsa o ret olunmuştur.”
Bu ayet, emri ilahiye muhalefet edenin küfre gireceğine işaret eder. Böyle bir sıfatla malul olanın da Allah tarafından sevilmeyeceğini ifade eder. Her ne kadar o kendi kendine Allah’ı sevdiğini iddia etse dahi bu böyledir.”
Siyer kitaplarına ve sağlam haberlere göz atacak olursak, ehli kitaptan ve müşriklerden birçoklarının Resulüllah’ın peygamberliğini ve onun doğruluğuna şahadet hiçbir zaman onların Müslüman olmaları için kâfi gelmediğini görürüz. Öyle ise buradan anlaşılıyor ki, İslam bu şahadetin de ötesinde bir iştir. O sadece mücerret bilgiden ibaret değildir. Ne sadece bilgi ne de sadece ikrar Müslüman’ı ifade etmeye yetmez. Aksine İslam, hem bilgidir, hem ikrardır, hem inkıyattır, hem zahiri ve hem de Bâtıni bütün azalarla dini ilahiye teslimiyettir, itaattir.
Bu dinin belli bir takım mümeyyiz vacipleri vardır ki, onlar olmayınca din de olmaz. Allah’ın şeriatına itaat, Allah’ın Resulüne ittiba, kitabullah’ın hükümlerine teslimiyet... İşte bütün bunlar İslam’ın getirmiş olduğu tevhit akidesinden fışkıran gerçeklerdir ve bu tevhit her şeyden önce ulûhiyette tevhittir.
ALLAH’IN KUDRETİNİN DELİLLERİ
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün bir biri ardından gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği bir su (yağmur) ile ölmüş olan toprağı diriltmesinde yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutları döndürmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) pek çok deliller vardır. (Bakara/164)
Said b. Mesuk hazretlerinden rivayet edildiğine göre Mekkeli müşrikler, Yahudilere Hz. Musa’nın mucizelerinin neler olduğunu sormuşlar. Onlar da; asasının yılan oluşunu elinin bembeyaz parlamasını anlatmışlar. Hıristiyanlara Hz. İsa’nın mucizelerinin neler olduğunu sormuşlar. Hıristiyanlar da; anadan doğma kör olanı, alaca hastalığına yakalananı iyileştirdiğini, ölüleri dirilttiğini anlatmışlar. Sonra Hz. Resulüllah’a gelerek: “Sen de Allah’a dua et, bize şu safa tepesini altın yapıversin de kesin bilgi ile imanımız ve düşmanlarımıza karşı kuvvetimiz artsı.” diyerek mucize istemişler.
Bunun üzerine Resulüllah bunu rabbinden niyaz etmişti. Allah (c.c) da vahiyle: “Bunu yaparım ama yine de yalanlamaya devam ederlerse, onlara dünyada hiç kimseye yapmadığım bir azap veririm.” burmuştu. O zaman peygamber’in (s.a.v.) “Ey Rabbim! Kavmimi ve beni kendi halimize bırak, ben onları günden güne davet edeyim” diye dua etmesi üzerüne bu ayet nazil olarak, bununla göklerin ve yerin yaratılması ve buna bağlı yaratılışların safa tepesinin altın olmasından daha büyük bir mucize olduğu beyan edilmiştir.
Siz Allah’ın vahdaniyetinden Rububiyetinden ulûhiyetinden saltanatından azametinden sanatından kudretinden kuvvetinden şüphe mi ediyorsunuz? Zat ve sıfatları hakkında delil ve mucize mi istiyorsunuz? İşte size delil… İşte size mucize gökler ve yer…
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında,…”
Şu gök Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, yüzüne bir bakın! Şu uzak mesafeler, bu kocaman cisimler, şu sihirleyici ufuklar ve meçhul âlemler… Baş döndürücü bu muhteşem fezadaki varlıkların yerlerini alışlarındaki intizam ve hareketlerindeki düzenlilik… Bilinmezlik örtüsüne bürünmüş insanoğluna pek az sır veren şu meçhuller âlemi, şu gökyüzü, şu semavat…
“Semaya bakmazlar mı, nasıl yükseltildi?” (Ğaşiye/18)
“Kendine has yollara sahip samaya ant olsun”
(Zariyat/7)
“Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve onu biz genişleticiyiz” (Zariyat/47)
Evet, şu üstümüzdeki her tarafımızı kuşatmış uçsuz bucaksız uzaklıklar içinde, sayısız yüksek gök cisimleri arasındaki uzun mesafeyi işgal eden nice cisimler ve galaksiler vardır ki kendine takdir edilen yörüngede yüzerler.
“Güneş, kendisine mahsus yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir. Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilal) olurda geri döner.” (Yasin/38,39)
O galaksiler o yıldız kümeleri öyle bir ahenk içinde seyreder ki, ne bir santim ileri ne de bir santim geri kalır. Ne bir saniye önce ne de bir saniye sonra hareket eder.
Denizleriyle, karalarıyla, dağlarıyla, dereleriyle, ovalarıyla, vadileriyle, çölleriyle, ormanlarıyla, pınarlarıyla, ırmaklarıyla, Madenleriyle, bitkileriyle bütün o göklere direksiz, kuşaksız bağlılığı ve ilgisiyle ayağımızın altında yuvarlanan yer küre…
“Dağlara bakmazlar mı, nasıl dikildi? Yerküreye bakmazlar mı, nasıl döşenip yayıldı?” (Ğaşiye/19,20)
“Yeri de biz yaydık, ne güzel döşeyiciyiz.” (Zariyat/48)
Oturtulduğu yörüngedeki seyri sebebiyle günlerin, gecelerin, ayların, mevsimlerin, yılların oluşması… Bütün bunlar Allah’ın varlığına birliğine, kudret ve kuvvetine delalet etmiyor mu? Şayet ortakları olsaydı; düzen bozulur, durum değişirdi, yaşam mümkün olmazdı.
“gece ile gündüzün bir biri ardından gelmesinde…”
Şu gece ile gündüze bakın. Birbiri ardı sıra gelmesi, birbirini takip etmesi, uzayıp kısalması, soğuk olması, sıcak olması… Hepsi Rahman ve Rahim olan Allah’ın kuvvet ve kudretine, sanat ve saltanatına delalet etmiyor mu?
“Gece de onlar için (Allah’ın kudretine işaret eden) bir alamettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de onlar karanlıklara gömülürler.” (Yasin/37)
“ Ne güneş aya yetişe bilir, ne de gece gündüzü geçe bilir. Bunlardan her biri belli bir yörüngede yüzmeye (akıp gitmeye) devam ederler.” (Yasin/40)
“İnsanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde…”
Avcılıkta, ticarette, taşımacılıkta, seyahatte, vs. insanların faydalandığı şeyleri denizlerde taşıyan koca okyanusun içinde bir nota konumunda olan şu gemilere bakın… bunu o suda yüzdüren kim?.. “ o, tabiat kanunu” diyecek olana o kanunu koyan kim? diye sorulur. Kadiri mutlak olan Allah değil mi? Bütün o kanunlar hiç değişikliğe uğramadan cereyan etmektedir. Bu da o kanunların tek bir güç tarafından konup icra edildiğinin delilidir. Şayet ortağı olsaydı düzen bozulurdu. İşte bütün bunlar bir olan, eşi ve benzeri olmayan Allah’ın birliğine, hâkimiyetine, saltanatına delalet eden alametlerdir.
“Allah’ın gökten indirdiği bir su (yağmur) ile ölmüş olan toprağı diriltmesinde yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında…”
Allah’ın semadan indirip yeryüzünü ölümden sonra dirilttiği yağmurda deliller vardır. Denizlerden, nehir ve göllerden yükselen buharların nasıl bir araya geldiklerinde azar azar ağırlaşıp bulut haline geldiklerinde, sonra da gökten yağmur olarak inen suda, yeri diriltmesinde… o yağmurun ve karın yere inerken birbirine çarpmamasında bir olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendisine muhtaç olan Allah’ın ulûhiyetine rububiyetine azametine kuvvet ve kudretine deliller vardır.
“Rüzgârın değişik yünlerden estirilmesinde…”
Bazen kuzeyden bazen güneyden bazen sıcak bazen soğuk esmesinde kimin bir dahli var? Kendi iradesine uygun olarak estirip yönlendiren Allah’ın kuvvet ve kudretine azamet ve vahdaniyetine delalet eden ayetler vardır.
“Allah ile beraber başka bir tanrı edinmeyin. Zira ben sizi O’na karşı uyarıyorum.”
“ve yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutları döndürmesinde…”
Yerle gök arasında Allah’ın emrine boyun eğdirilmiş olarak yüzen şu bulutlara bak. Nasıl oluşup biriktiklerini, sonra yağmur damlacıkları halinde inerek dağıldıklarına ve onları yaratanın dilediği yönlere doğru saçıldıklarını gör… Evet, bütün bunları yaratan kimdir? Elbette bunlarda bir olan Allah’ın vahdaniyetine, subhaniyetine, azametine ulûhiyetine, rububiyetine, hâkimiyetine, sanatına, saltanatına, kuvvet ve kudretine, rahmet ve merhametine ayetler (deliller) vardır.
“Elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) pek çok deliller vardır.”
Ancak bu ayetler (deliller) aklını kullanan bir toplum içindir. Bunlar, aklı eren düşünen kimselere hitap eder.
ALLAH NURUNU TAMAMLAYACAKTIR
“Allah’ın nurunu ağızlarıyla (üfleyerek) söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır. O müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün dinilere üstün kılmak için resulünü hidayet ve hak ile gönderdi.”(Tevbe/3,233)
Bu ayetlerde kâfirlerin dini islam’a, nur-u kur’an’a, risalet-i muhammed’iyeye, şeriat-ı kur’an’iyeye ne kadar düşman oldukları açıkça görülüyor.
O kâfirler sanki doğan güneşi ağızlarıyla üfleyerek söndürecekmiş gibi bu dinin nurunu batıl lakırdılarıyla, yalan, iftira, inkâr, fitne ve türlü desiseleriyle, uydurma sözleri ve yalan propagandalarıyla söndürmek için yapmadıkları çirkinlik kalmıyor. Başvurmadıkları rezalet kalmıyor.
Onlar Allah’ın nurunun tecellisini istemiyorlar. Ondan hoşlanmıyorlar. Allah (hâşâ) olmasın. Olsa da işlerine karışmasın. Hakkın nuru parlamasın, dünyayı aydınlatmasın, hüküm kendilerinin olsun istiyorlar. Yalanla, iftirayla, inkârla, yaygarayla, fitne propagandalarla hak ve hakikati söner sanıyorlar. Allah’ın kitabını ortadan kaldırmak, tevhit dininin ayılmasına, yaşanmasına mani olmak, Allah’ın kullarını boş lakırdılarla, ağız kalabalığı ile kendilerine kul etmek, kendi zulümlerine alet edip karanlıkta boğmak istiyorlar.
İslam ülkelerinde Müslümanlığı yok etmek ve İslam-i hareketi kırmak için sahte kahramanlar ihdas ediyorlar. Müslümanlığı yıkıp yerine din bağlılığından başka bağlılık, din sancağından başka sancak çekmek için çeşitli hile ve desiselerle oyunlarını yürütmek istiyorlar.
“Hâlbuki kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.”
Yarasanın güzü ışıktan rahatsız olduğu gibi İslam düşmanları da İslam’ın nurunun intişarından, ahkâm-ı ilahinin açığa çıkmasından rahatsız olurlar. Ellerindeki o batıl zulüm saltanatının yok olacağından korkarlar.
Ama yarasanın güneşten rahatsız olması güneşin doğmasına mani olmadığı gibi kâfirlerin ve onların uşaklarının ödleri de patlasa bu bir hakikattir Allah’ın nuru sönmeyecek ve mutlaka İslam dini gayesine ulaşacaktır. Buna hiçbir kuvvet engel olamayacaktır. Çünkü bu Allah’ın hak vadidir ve Allah’ın vadi doğrudur. Kâfirler istemese de Allah dinini muzaffer kılacak ve nurunu tamamlayacaktır.
Bu iman edenlerin kalplerine emniyet ve güven veren ilahi bir vaattir. Zorluk ve sıkıntıya, zulüm ve eziyete, kâfirlerin hile ve tuzaklarına, rağmen müminlere hak yolda devam etmek zevk ve azmini veren ilahi bir garantidir. Allah bizim gayretlerimizle bu nuru yayacak.
“O müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün dinilere üstün kılmak için resulünü hidayet ve hak ile gönderdi.”
Allah’ın dini (İslam) bütün dinlere üstün olacaktır. Resulünü hak ve hidayet üzere gönderen Allah’ın kesin vaadidir bu.
Allah nurunu tamamlayıp, dinini bütün dinlere üstün kılarken bunda bizim payımız ne olacak? Biz hangi gayretimizle bunun neresinde olacağız? Kul gayreti nispetinde mükâfat alacağına göre burada bizim payımız ne olacak? Her mümin kendini ona göre ayarlamalı ve bu nurun yayılması için gayret sarf etmelidir.
Bilmem niye mecbursun seyrine manzaranın
Ta kendisi olmuşsun paranla maskaranın
Anla dramı artık ortaya çıksın gerçek
Yapacağın iş basit oyuncuya boykot çek
FİKRİ İŞGAL
Tarih boyu milletler arasında iki türlü işgal cereyan etmiştir. Bunlardan birisi fiili işgal, Yani silah zoruyla yapılan icbarî yollarla yapılan işgaldir. Diğeri ise fikri işgaldir. Ülkemiz üzerinde büyük emlerli olan haçlılar, bu emellerine ulaşmak için onlarca haçlı seferleri düzenlemişler. Fakat her seferinde hezimete uğramış, rezil rüsvay olup geri dönmüşler.
Artık anlamışlar ki bu seferlerle Müslüman olan bu milleti yok etmek mümkün değil. Bu defa fikri işgal yoluyla bu emellerine ulaşmayı planlamışlardır. Bunda da hatırı sayılır bir başarı elde etmişlerdir. Bunu basın yayın yoluyla gerçekleştirmişlerdir.
Asrısaadete de bunun örnekleri vardı. Ama o gün Müslümanlar uyanık davranıyor, Allah resulüne soruyorlardı. Müşriklerin planları bozuluyordu.
Mekke de müşrikler Müslümanlara olmadık eziyet ve işkenceler yapıyorlardı. Ama çoğalmalarını bir türlü önleyemiyorlardı. Bütün eziyet ve işkencelere rağmen bu çoğalmaya önlem almak için Dar’un-nedve de toplandılar. (Dar’un-nedve bu günkü anlamıyla millet meclisi işlevi gören bir yerdi.) Konu Müslümanların çoğalmasını önlemek, hatta Allah Resulünü yalnız bırakmaktı. Herkes fikrini açıklıyor, fakat hiç biri kabul görmüyordu. Nadir b. Haris dedi ki; “siz bir kervan hazırlayın ben o kervanla Şam’a gideyim kervandaki malı orada satayım oradan acem efsanelerine dair kitaplar getireyim Müslümanlara bedava dağıtalım. Böylece Muhammed’in (s.a.v.) yanına gidip kur’an dinlemekten vazgeçerler. Biz de rahat ederiz.” Bu fikir beğeni ile kabul gördü.
Nadir b. Haris bir kervanla Şam’a gitti. Kervandaki malı satıp, kisra sarayının hikâyelerine acem efsanesine ait ne kadar kitap mecmua varsa topladı getirdi ve Müslümanların geçtiği yolun üzerine kervanı boşalttı. Gelip geçen Müslümanların önünü kesip, onlara: “Siz Muhammed’in (s.a.v.) yanına gidiyorsunuz. O size Ad kavminin Lüt kavminin semud kavminin hikâyelerini okuyor. Onlar çok eski hikâyeler. Bakın biz size Şam’dan yeni hikâyeler getirdik. Oraya gitmenize gerek yok. Bunları okuyun. Oraya gitmeyin” dedi. Müslümanlar: “Kabul ederiz ama önce Allah Resulüne sormalıyız” cevabını verdiler.
Müslümanlar daha yolda iken Cebrail (a.s.) vahy getirdi:
“İnsanlardan bazıları bilgisizce kur’an’la alay etmek ve allah’ın yolundan saptırmak için boş sözleri zatın alırlar. İşte onlar için rüsvay edici bir azap vardır.”(lokman/6)
Bu ayet bir zümreyi canlandırır. İzleri belli olan bu kimseler her devirde ve her yerde mevcutturlar. Bu gün bunların menşei boyalı basındır. Ve bu günün Nadir b. Harisleri o basına sahip olanlar ve yazarçizer takımıdır.
Müslümanlara Allah Resulü bu ayeti okudu ve Müslümanlar Nadir b. Harisin kitaplarını almadılar. Müşriklerin planları suya düştü.
Bu günün Nadirleri, onun mirasçıları İslam’ı yok etmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Kalemlerinden akan zehirle öyle zehirliyorlar ki Müslümanları, Müslüman kendi kardeşine “mürteci” demeyi marifet sayıyor. Hakir görüyor, düşman oluyor.
Bunlardan kurtulmanın yolu ise onları boykot etmektir.
LİDER SEÇME
“O zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan kaçıp hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşlerdir. Nihayet aralarındaki bütün bağlar kopmuştur. Uyanlar şöyle dediler: ( Ah keşke bir daha dünyaya geri dönmemiz mümkün olsa da, şimdi onlar bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!) Böylece Allah onların işledikleri bütün işlerini kendilerine hasret, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkmazlar.” (Bakara/166,167)
Dünyada iken peşlerinden gittikleri kimselerin kendilerinden kaçtığı günü göre bilselerdi. O azabı o aradaki bütün bağların koptuğunu, ilgi alaka ve münasebetleri kesildiğini, ister reis, önder, lider, ister uyanlar herkes kendi derdine düştüğü günü…
O gün aldatıcı reislikler de, kumandanlıklar da yıkılacak. Başkalarını kurtarmak şöyle dursun kendilerini dahi kurtaramayacaklar. Allah’ın huzurundaki azabın karşısında aldatıcı reisliklerin acizliği ve zayıflığı anlaşılacaktır.
Dünyada hiç düşünmeden bazı kimseleri kendilerine lider edinen ve böylece batıl yollara sürüklenenler ahirette o liderlerin kendilerinden kaçıp uzaklaştıklarını görecekler. Ama elden ne gelir? Artık yapacak bir şey kalmamıştır. Her iki taraf için de azap kaçınılmazdır. Dünyadakinin tersine bu sefer uyanlar konuşacaklar. Fakat ne çıkar… Hiçbir faydası yok…
Sapık liderlere aldanarak tabi olanların kin ve nefretleri burada açığı çıkar:
Yüzleri ateşe çevrildiği gün, “Eyvah bize! Ne olurdu, keşke Allah’a itaat etseydik, resule de itaat etseydik!” derler. “Ey rabbimiz! Biz liderlerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar” derler. “Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov.” derler. (Ahzab/66,67,68)
Ve dünyaya olan hasretleri artarak yeniden dünyaya döndürülmek isterler:
“ Ah keşke bir daha dünyaya geri dönmemiz mümkün olsa da, şimdi onlar bizden uzaklaştıkları gibi biz de bizde onlardan uzaklaşsaydık!”
“Ne olurdu, tekrar yeryüzüne geri döndürülseydik de gerçekten aciz ve zayıf oldukları halde bizi aldatan sonra da azab-ı ilahi karşısında bizden uzaklaşan şu liderler bize geldiklerinde biz de onlardan böyle uzaklaşsaydık.” derler.
O gün, zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der: “Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Ne yazık bana! Keşke falanı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.”
(Furkan/27,28,29)
Burası gerçekten uyulanlarla uyanların, sevilenlerle sevenlerin arasında cereyan eden karşılıklı nefret ve husumetle birbirlerinden kaçmalarının, birbirleriyle çekişmelerinin manzarası…
İşte burada cidden elem verici son karar geliyor:
“Böylece Allah onların işledikleri bütün işlerini kendilerine hasret, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkacak da değillerdir.”


"Bir kez öyle oldu ki: Aynı dakikada 3 kurşun birden geldi bana. Tam ölecek yerlere yöneldi kurşunlar. Sonra bana üçü de isabet ettiği hâlde tesir etmediler."

Kaynak: Said Nursî - "Sikke-i Tasdik-ı Gaybî" kitabı :)



بســـم الله الرحمن الرحيم

فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيمًا

65 - Hayır! Rabine andolsun ki aralarında çıkan her anlaşmazlıkta seni hakem tayin etmedikçe ve haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.
Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır:

Zübeyr b. Avvam ile Bedir savaşına katılmış ensardan bir kişi topraklan sulayan su konusunda ihtilaf ettiler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s)’e gittiler. Rasulullah (s.a.s)

Zübeyr’e:

“Toprağını sula, sonra komşuna yolla” dedi. Bunun üzerine ensari kızdı ve Rasulullah (s.a.s)’e şöyle dedi:

“Ey Allah’ın rasulü! O senin halanın oğlu olduğu için mi böyle hüküm verdin?” Rasulullah (s.a.s) bu sözü duyunca yüzü değişti ve Zübeyr’e şöyle dedi:

“Ey Zübeyr! O sudan toprağını sula sonra ayak topuğunun hizasına ulaşıncaya kadar suyu tut. Sonra senden sonraki komşuna suyu aç.”

Rasulullah (s.a.s) bu hükmüyle Zübeyr’in hakkını tamamen vermiş oldu. Daha önceki hükmüyle Zübeyr’in bütün hakkını tamamen kullanmadan toprağını suladıktan sonra suyu tutmayıp aşağıdaki komşusuna açmasını ve böylece ensariye kolaylık tanıyarak, aralarını bulmayı istemişti. Ensari haksız bir şekilde Rasulullah (s.a.s)’e kızınca Rasulullah ensariye tanıdığı kolaylığı tanımamış ve ona sadece hakkını vermiştir. Urve (r.a) dedi ki: “Zübeyr şöyle dedi: “VAllahi Nisa: 65 ayeti bu olay üzerine nazil olmuştur.” (Rasulullah (s.a.s) Zübeyr ile ensari arasındaki ihtilafı barıştırma şekliyle çözmek istedi. Zübeyr suya daha yakın olduğu için ona toprağını sulamasını söyledi. Ensariye kolaylık olsun diye toprağını suladıktan hemen sonra Zübeyr'in bütün hakkını kullanmadan suyu tutmadan komşusuna göndermesini istemiştir. Rasulullah bu hükmüyle Zübeyr'in kolaylık ve müsamaha yolunu seçmesini istemiştir. Fakat cahil ensari bu hikmeti anlamamış, Rasulullah'a kızarak verdiği hükme razı olmamıştır. Çünkü Zübeyr toprağını sulamadan önce ensari kendi toprağını sulamak istiyordu. Bu, onu kendisini helak edici küfür sözü söylemeye şevketti ve Rasulullah'a şöyle dedi:

“Zübeyr’in lehine hüküm vermenin sebebi akraban olmasından dolayı mıdır?” Rasulullah bu sözü duyunca kızdı ve yüzü değişti. Bu edepsiz ve cahil olan ensariye karşı müsamaha ve kolaylık hükmünü terk etti. Ona ancak hak ettiği şeyi verdi. Çünkü böyle kişiler iyiliği hak etmezler. Ensarinin hakkı şu idi; Zubeyr suya yakın olduğu için önce sudan hakkını tamamen alır. Hakkını tamamen aldıktan sonra komşusuna hak doğar. Onun için Rasulullah Zübeyr’e toprağını suladıktan sonra topuklarına gelinceye kadar suyu tutmasını sonra komşusuna vermesini emretmiştir. Ensarinin Rasulullah’a hüküm konusunda adaletsiz davrandığını söylemesi küfür olan sözlerdendir. Fakat Rasulullah onu tekfir etmemiştir. Çünkü Rasulullah vahiyle ensarinin bu sözünün zelleden başka bir şey olmadığını ve kalbinde Allah’ın kanunlarının hak olduğu konusunda hiçbir şüphe olmadığını Rasulullah’ın adaletli olduğuna ve hiçbir zaman adaletsiz davranmayacağına inandığını biliyordu. Aynca bu, Rasulullah’ın şahsına karşı yapılan bir haksızlıktır. Rasulullah bunu affetme hakkına sahiptir. Bu yüzden onun hatasını affetmiştir. Bu hüküm Rasulullah’a aittir. Bu yüzden onun hatasını affetmiştir. Kim Rasulullah’ın hükmünü beğenmez, zahiren ve batınen tam olarak ona teslim olmazsa kafir olur. Rasululah’ın hükmüne tamamen razı oluncaya kadar tevbeye çağrılır. insanların kalplerini bilmediğimizden dolayı kim olursa olsun zahiren Rasulullah’ın hükmünü beğenmeyen kişiyi affetme yetkimiz yoktur. Tevbe edinceye kadar ona kafir hükmünü vermek zorundayız. “Belki kalbi imanla doludur” deyip de onu affedersek bilmemiz imkansız olan kalbe göre hüküm vermiş ve bundan dolayı kafir olmuş oluruz. Fakat hakimin, Kur’an ve sünnetten olan hükmünü değil de ictihadi hükmünü beğenmeyen kişi kafir olmaz. Hakim isterse onu cezalandırır, isterse affeder.

Şöyle denilebilir:

“Rasulullah, kızgınken hüküm verdi. Halbuki bir hadiste: “Kadı kızmışken hüküm vermesin” buyuruyor.

Buna şöyle cevap verilir. Rasulullah’ın; “Kadı kızmışken hüküm vermesin” hükmüne tabi değildir. Çünkü Rasulullah tebliğ ve hüküm verme konusunda hata yapmaktan korunmuştur.) (Buhari, Ahmed, Nesei, Beyhaki)

Allah (c.c) bu ayette mukaddes olan nefsine yemin ederek küçük olsun büyük olsun her meselede Rasulullah’ı hakem tayin etmedikçe ve verdiği hükmü zahiren ve batınen kabul etmedikçe hiç kimsenin iman etmiş olamayacağını bildirmiştir.

“Hayır!”

Allah (c.c) ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor:

“Hayır... Onların iddia ettiği gibi değildir. Onlarda tağuta muhakeme olma isteği varken senden önce indirilen kitaplara ve sana inen kitaba inandıklarını söylemeleri yalan bir iddiadan başka bir şey değildir. Çünkü daha önce inen hak kitaplara ve Kur’an’a inanan kişi hiçbir zaman tağutun hükümlerine muhakeme olmak istemez. Rasulullah’ın hükmüne çağrıldığı zaman ondan yüz çevirmez.”

“Rabbine andolsun ki aralarında çıkan her anlaşmazlık konusunda seni hakem tayin etmedikçe iman etmiş olmazlar.”

Allah (c.c) tağuta muhakeme olmayı isteyen ve Rasulullah’ın hükmüne çağrıldıkları zaman yüz çevirenlerin iman iddialarının geçersiz olduğunu bildirdikten sonra bu ayette kendi nefsine yemin ederek şöyle buyuruyor:

“Ey Muhammedi Senin rabbine yemin ederim, ister büyük, ister küçük olsun ihtilaf ettikleri her meselede seni hakem tayin etmedikçe ne bana ne de sana inen vahye inanmış sayılmazlar.”

“Sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”

Allah (c.c) ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor:

“Senin verdiğin hükme zahiren ve batınen uymadıkça, ona karşı gelmeden, tartışma ve münakaşaya girmeden tamamen teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:

“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki arzusu benim getirdiğim şeylere tabi olmadıkça hiçbiriniz iman etmiş sayılmaz.” (Ebil fethil Makdisi, Ebu Naim ve Taberani rivayet etmiştir, Nevevi bu hadis için hasen sahih demiştir.)

Bu ayet her ne kadar Zübeyr ile su konusunda ihtilaf eden ensari hakkında nazil olmuşsa da hükmü ammdır. Kıyamete kadar bakidir. Çünkü ayet amm lafızlarla gelmiştir. Allah (c.c): “Aralarında çıkan her anlaşmazlık konusunda” buyurmuştur. Ayette “ma” edatı kullanılmıştır. “Ma” edatı, amm sigalarındandır.

Allah (c.c) bu ayette, Allah ve rasulüne imanın geçerli olabilmesi için üç şart koşmuştur.

1 - Büyük olsun, küçük olsun ihtilaf edilen her meselede Rasulullah hayatta iken onu hakem tayin etmek, vefatından sonra ise Kur’an ve sünneti hakem tayin etmek.

2 - Rasulullah’ın veya Kur’an ve sünnete göre hüküm veren hakimin, hükmünde haksızlık yaptığına dair içlerinde ne bir şüphe ne bir sıkıntı olmamak, onların hükmünü hiç sıkılmadan tam teslimiyetle kabul etmek gerekir.

3 - Verilen hükme itiraz etmeden, tereddüt etmeden, uygulanmasına engel olmadan, zahiren ve batınen tam bir teslimiyet göstermek ve hemen uygulamak.

Kişi, verilen hükmün hak olduğunu kabul etmesine rağmen onu uygulamazsa veya uyulanmasına engel olursa hükme teslimiyet göstermemiş olur.

Rasulullah’ı hakem tayin etmek demek hayattayken onun hükmüne başvurmak, öldükten sonra ise Kur’an ve sünneti hakem tayin etmek demektir. Yani Kur’an ve sünnete göre hükmeden imam ve kadıları hakem tayin etmektir. Kur’an ve sünnete göre hükmeden hakim veya imamın heva ve hevesine uymayan, verdiği hükmü Kur’an ve sünnetten delillendiren, Kur’an ve sünnetten hüküm çıkartabilecek seviyeye ulaşmış bir kişi olması gerekir. Kur’an ve sünnetten hüküm çıkartabilecek bir seviyede olabilmesi için arapçayı, onunla ilgili olan nahiv, sarf, mani, beyan ilimlerini ve usul ilimlerini çok iyi bilmesi gerekir. Verdiği hükümle ilgili sahih hadisleri ve zayıf hadisleri anlaması gerekir. Adaletli olmalı, hiçbir görüşe, hiçbir mezhebe, hiçbir felsefeye taassub ve meyyal olmamalıdır. Ancak bu şartlara haiz olan alimlere ve hakimlere başvurulur.

Sahabeler ve onlara güzel bir şekilde tabi olan tabiinler ve bütün müslüman alimlere göre; ictihad yapıp, Kur’an ve sünnete zıd olan bir hükümle hükmeden hakimin hükmünü reddetmek gerekir. Böyle bir hükmün uygulanmasını engellemek gerekir. Kur’an ve sünnetin hükümlerini bilmemesi sebebiyle ictihad yapıp hüküm veren alimin hükmünün Kur’an ve sünnete zıd olduğu anlaşıldıktan sonra hemen o hükmü reddetmek gerekir. O hükmü veren kim olursa olsun, bu müçtehidin verdiği hükmün Kur’an ve sünnete aykırı olduğu anlaşıldıktan sonra hiçbir zaman; “bu müçtehid, belki bizim Kur’an ve sünnetten bulduğumuz delili gördüğü halde almamış olabilir veya verdiği hükümde bilmediğimiz bir delile dayanmış olabilir. Onun için bu müçtehidin hükmünü reddetmeyelim” demek doğru değildir. Çünkü böyle davranmak ancak şeytânın kandırdığı cahil taklitçilerin yoludur. Hiçbir zaman sahabelerin ve onlara güzel bir şekilde tabi olan tabiinlerin ve müslüman alimlerin kabul ettiği bir yol değildir. Bilakis sert bir şekilde karşı geldikleri bir yoldur

Bu Ayetten Çıkan Hükümler:

1 - Bu ayet gösteriyor ki Rasulullah (s.a.s) hüküm verme ve teşri konusunda hatadan münezzehtir Bedir esirleri hakkındaki fetvası, münafıkların mazeretlerini kabul edip savaşa katılmamaları için izin vermesi ve kör olan İbn-i Ümmü Mektum’a kızması meseleleri Rasulullah’ın masumiyetine zıd değildir.

Rasulullah (s.a.s) zahire göre her zaman hak ile hükmeder. Bu konuda hatadan münezzehtir. Rasululla (s.a.s)’ in hükmü batına göre değil, zahire göredir. Zahire göre verdiği hükümde hiç hata yapmaz. Fakat zahire göre verdiği hüküm batına göre hatalı olabilir.

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyuruyor:

“Ben bir beşerim. Bana aranızdaki ihtilaf konusunda hüküm vermem için geliyorsunuz. Biriniz diğerinden daha güzel derdini anlatabilir. Biliniz ki hakkı olmadığı halde bir müslümanın hakkını ona verirsem o onun için ateşten bir parçadır, ister onu alsın ister onu terk etsin.” (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace, Ebu Dayud, Ahmed)

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:

“Ben ancak bir beşerim. Dininiz konusunda size birşey emredersem onu muhakkak alın. Eğer kendi görüşümle bir şey emredersem biliniz ki ben bir beşerim.” (Müslim, Nesei)

Başka bir rivayette Rasulullah (s.a.s) şöyle buyuruyor:

“Ben ancak bir beşerim. Zanla hareket eden kişi isabet de edebilir. Hata da yapabilir. Fakat size “Allah size böyle dedi” dersem bunun doğru olduğunu bilin. Bu konuda hata yapmam. Çünkü ben Allah hakkında yalan söylemem.” (Ahmed, İbn-i Mace, rivayet etti ve sahih dediler.)

Rasulullah’ın bu sözlerinden dolayı sahabeler, Rasulullah (s.a.s) bir şey söylediğinde bunun vahiy mi yoksa kendi görüşü mü olduğunu ayırt edemedikleri zaman bunu Rasulullah’a sorarlardı. Vahiy olduğunu öğrenirlerse tereddüt etmeden itaat edip teslim olurlar. Eğer Rasulullah (s.a.s) kendi görüşü olduğunu söylerse kendi görüşlerini Rasulullah’a bildirirlerdi. Hatta bazı zamanlar Rasulullah (s.a.s) kendi görüşünden vazgeçip onların gülüşlerine göre hareket ederdi. Tıpkı Bedir’de konaklama yerini değiştirdiği gibi...

2 - Nas hiçbir zaman kıyasla tahsis edilmez. Ve hiçbir zaman nassı terk edip kıyasla amel edilmez. Onun için her kim Rasulullah (s.a.s)’in sahih hadisi kendisine ulaştığı halde, kıyasına zıt olduğundan dolayı hadisi reddederse Allah ve rasulüne itaat etmemiş ve iman etmemiş olur.

3 - Bu ayet körü körüne taklidin geçersiz olduğunu göstermektedir. Kim Allah ve rasulünün hükmü kendisine ulaştığı halde onu terk edip, delile dayanmayan alimleri taklit ederse Allah’a ve rasulüne itaat etmemiş olur. Avamlar ancak Kur’an ve sünneti anlamadıklarından ve ondan hüküm çıkartma güçleri olmadığından dolayı alimleri, onların Kur’an ve sünnetten çıkardıkları hükümlere tabi olarak taklit edebilirler. Caiz olan taklit de budur.

Alimler Kur’an ve sünneti herkesten daha iyi anladıklarından dolayı, Kur’an ve sünneti anlamak için alimlerden yardım istenebilir. Alimleri ancak bu konuda taklit etmek caiz olur. Yoksa hiçbir zaman Kur’an ve sünneti terk ederek alimlerin kendi görüşlerine göre kıyas yaptıkları hükümlere tabi olunmaz. Bu, hiçbir zaman caiz olmamıştır. Kim olursa olsun ne kadar ilme sahip olursa olsun delile dayanmayan Kur’an ve sünnete zıt olan hükümlere tabi olunmaz.

4 - Bu ayete göre; Kur’an’a ve sünnete dayanılarak bir hüküm verildiğinde bu hükme zahiren ve batinen, sıkıntı duymadan teslim olmak gerekir. Aksi halde insan kafir olur.


Hükme zahiren ve batinen teslimiyet şöyledir:


Verilen hükmün doğru olduğuna hem söz, hem kalple inanmak gerekir. Bu hükme inanmadığına dair ne zahiren bir hareket gösterilmeli ne de batinen bir sıkıntı duyulmalıdır. Aksi halde bu hükme teslim olunmamış demektir.

Bu açıklamalar çerçevesinde; Kur’an ve sünnete göre hüküm veren bir hakime: “Sen adaletli değilsin” sözlerini söylemek de, seri bir delille bunun böyle olduğu veya Kur’an ve sünnetten verilen delillerin yanlış olduğu ispat edilmedikçe küfürdür.

Bu ayeti daha iyi anlamak için bir kaç örnek verelim:

a - Bir insan bir kişinin zina yaptığını bizzat, kendi gözleriyle görmüşse, bu zina fiilini gördüğü için, o kişinin zina yaptığına inanması lazımdır. Tabii ki zina olayı Allah’ın bildirdiği şekilde olmalı.

Zina fiilini gören bu kişi, bu olayı sadece kendisi gördüğü için başkasına anlatmamalıdır. Şayet başkasına anlatırsa, bu olayı delillendiremeyeceğinden dolayı iftira cezası alır ve bir daha şehadeti kabul olunmaz. Kendisine iftira cezası verildiğinde, hiçbir zaman:

“Bana bu konuda zulmedildi, aslında olayı gözlerimle gördüm. Bu sebeple bana iftira cezası verilmemeliydi” dememelidir. Şayet böyle derse, verilen hükme teslimiyet göstermemiş olur. Ayrıca bu hükme karşı kalbinde bir sıkıntı da duymamalıdır. Bu hükme karşılık kalbinde sıkıntı duyarsa yine de hükme teslim olmamış demektir. Hükme teslimiyetsizliği, insanların o kişide gördüğü bir takım hareketlerinden tespit edilir: Şöyle ki; o kişiye iftira cezası hükmü verildikten sonra: “Tamam, bana iftira cezası verildi. Ben iftira cezasını kabul ediyorum” sözlerini söyledikten sonra “Allah benim doğru söylediğimi biliyor” veya “ben, bu olayı ispat edemedim, ama o kişinin zina yaptığına inanıyorum” demesi hükme teslimiyetsizliğini gösterir. Aslında bu kişinin yapması gereken şu olmalıydı:

Bu kişi zina fiilini tek başına gördüğünde, bu olaya eliyle veya diliyle müdahale etmeliydi. Böyle yaptığı halde yine de bu fiilin işlenmesini engelleyemiyorsa gördüğü şeyleri kimseye anlatmamalı, o kişilerin günahlarını örtmeli ve o kimseleri Allah’a havale etmeliydi. Müslümanın tavrı işte bu olmalıdır.

Bu kişi, seri anlamda bir zina görmüşse, bu fiili işleyen kişilerin zina yaptıklarına kalben inanması, bu konuda şüphe etmemesi ve Kur’an ve sünnete dayanarak kendi kendine bunun zina olduğuna hüküm vermesi lazım. Bu konuda hakimin zahire göre verdiği hükmün (bunlar zina yapmamışlardır hükmünün) doğru olduğunu zahiren ve batinen kabul etmelidir. Fakat hakimin bu konudaki hükmü kendi kalbindeki hükmü değiştirmemelidir. Çünkü eğer zina olayını seri anlamda görmüşse bu olaya; bu zina değildir, diye kalben hüküm verirse Allah’ın hükmü dışında bir hüküm vermiş olur.

Kişi, eğer seri anlamdaki zinayı görmemiş, sadece gezme, kucaklama, evde tek kalma gibi hadiseleri görmüşse, bu gibi şüpheli durumlara dayanarak, kendi kendine olsa bile, hiç kimseye anlatmasa da bunların yaptıkları bu hadiselerin zina olduğuna, Kur’an ve sünnette araştırma imkanı olduğu halde araştırma yapmadan inanır ve bu konuda hüküm verirse küfür işlemiş olur. Şayet bu gibi şüpheli durumları insanlara zina olarak yayarsa, o zaman da hem iftiracı durumuna düşer, hem de küfür işlemiş olur. Böylece bu kişinin hiçbir konuda şehadeti de kabul edilmez.

Açık bir şekilde zina hadisesini gören kişinin olayın zina olduğuna inanması gerekir. Fakat bu kişi zina olayını başkasına anlatırsa anlattığı kişi veya kişiler bir tek kişinin şehadetiyle (velev ki o kişi adaletli olsun) Allah’ın bu ko­nudaki hükmünü bildikleri halde zina hükmü verirlerse kafir olmuş olurlar. Çünkü Allah’ın hükmü dışında, bir hüküm vermişlerdir. Bu konudaki Allah’ın hükmü şudur: Dört adaletli şahit zina olayını açık bir şekilde görmedikçe veya zina yapanın itirafı olmadıkça zina hükmü verilmez. Zina olayını duyan kişilerin sayısı ne kadar çok olursa olsun açık ve net bir şekilde zina olayını görmedikleri için şahit hükmünde değillerdir.

b - Bir kimsenin bir kimsede gördüğü zulüm ve fısk, seri anlamdaki zulüm ve fısk ise Allah’ın hükmüne uysun hüküm verebilmesi için; Bu kişinin, zulüm veya fısk işlediğine inanması gerekir. Fakat zulmünü ve fışkını ispat etmediği halde yayarsa iftira cezası alır. iftira cezasına itiraz ederse kafir olur. Çünkü Allah’ın ve Rasulünün hükmüne teslimiyet göstermemiştir.

Eser gördüğü şey seri anlamda zulüm veya fısk olmadığı halde sırf zanna dayanarak “zalim ve fasık” hükmünü verir ve bunu İslami bir hüküm olarak söylerse kafir olur. Bu hükme uyan kişiler de tıpkı onun gibi kafir olurlar.

İslami bir hüküm verirken bunun Kur’an ve sünnete uygun olması gerekir. Verilen hüküm Kur’an ve sünnete uygun olmadığı halde bunun İslam hükmü olduğunu iddia etmek küfürdür. Bu, Allah’a ve rasulüne iftiradır, insanlara müslüman, kafir, fasık, zalim, kibirli gibi seri hükümler verilmeden önce bu kavramların Kur’an ve sünnetten iyice araştırılması gerekir. Kur’an ve sünnetten araştırılmadan rast gele, heva ve hevese ve adetlere göre verilir ve insanlar da bunu seri anlamdaki hükümler olarak anlarlarsa böyle yapan kişi kafir olur. Ona uyan kişi de onun gibi kafir olmuş olur. Fakat insanlar bunu seri bir hüküm olarak değil de sövme olarak anlarlar ve söyleyen kişi de bunu sövgü niyetiyle söylemişse kafir olmaz, fasık olur. Kişi sövgü niyetiyle söyler fakat insanlar bunu, onun makamından dolayı seri bir hüküm olarak anlayacaklarsa küfre girmemesi için insanlara niyetini açıklamak zorundadır.

İşte İslam’ın prensipleri ve hükümleri böyledir. Her müslüman ağzından çıkan sözü dikkatli kullansın. Çünkü dikkat edilmeyen bir söz insanı cehennemin dibine sokar.

http://www.facebook.com/photo.php?v=546486135372202&;set=vb.100000324607185&type=3&theater
 MAHARETLERİ AŞAĞIDA
https://www.facebook.com/photo.php?v=354792211299212&;set=vb.100003053077341&type=2&theater


"SAİD NURSİ GERÇEĞİ İDDİALARINA CEVAPLAR" VİDEOSUNU HAZIRLAYAN NURCULARIN DEMOGOJİ VE İTHAMDAN İBARET SAÇMALIKLARINA CEVAP:

Giriş bölümü burda:
http://www.youtube.com/watch?v=3uI4Vtim7QU
11 bölümden oluşuyor.
Video başlar başlamaz; demogojiyle başlıyor. İnsanların akıllarını yönlendirme çabasıyla, "Said Nursi Gerçeği" videosunu hazırlayanlara, aslı olmayan tenkit şöyle başlıyor:
"iftira,
yalan,
cerbeze,
saptırma..."
Aslında bunlar, videoda baştan sona tas tamam kendilerinin yaptığı şeylerdir. Bütün bunları da masumluğu oynayarak karşıdakileri sadece delilsiz ithamlarla eleştirerek gizlemekteler. İnsanları aptal yerine koyacak derece haddi aşan kuzu postuna bürünmüş kurt kalplilere cevap verilecektir, Allah'ın izniyle.
Videoyu hazırlayanlara isnat ettikleri ithamlardan biri de şudur:
"Hakaret ve küfür"
"Said Nursi Gerçeği" videosunda Said Nursi'ye -uslubun sert olduğunu kabul etmekle birlikte- hakaret denilecek ifadeler kullanılmamıştır. Said Nursi'nin asla islami ve ilmi olmayan "beni kıskanıyorlar" ifadesinin sadece tanımı yapılmıştır. Kendileriyle hiçbir dostluğu ve düşmanlığı olmadığı, hayatında kendileriyle hiç görüşmediği kimseleri kendisini kıskanmakla itham etmenin din gayesi güden bir insanın söyleyeceği sözler midir? Bir de videoda Said Nursi'ye asla ama asla küfür edilmemiştir. Bu gibi çirkin iftiralara tenezzül eden nurcular, "Herkes kötü, ben iyiyim" tarzında konuşarak insanları aptal yerine koymaktan hiç sıkılmıyor. Bu, nurcuların sürekli kullandıkları taktiktir. İnsanların hidayetini isteyen müslümanların çabalarına karşın, insanların hidayetini engelleyen kurt kalplilere göz yummayacağız, yumamamayız. Onlara Kur'an ve sünnetten delillerle ve bu ikisine tabi olmuş selef alimlerimizin de görüşlerine yer vererek cevap vereceğiz inşAllah.
"Said Nursi Gerçeği" videosunda uslub gerçekten serttir. Biraz daha yumuşak olsa, belki Nurcular sert üslubu bahane edip insanların kafasını yeniden bulandırmaya çalışmayacaklardı. 
Şunu da söyliyelimki, milyonlarca müslümanı cehenneme sürükleyen, ahiretini ebedi bir hüsrana düşürecek bir düşünce hiç masum olamaz ve şefkatli bir eleştiriyi asla hak etmemektedir. Bilinmelidirki bugünkü dostluklar o gün düşmanlığa dönüşecek, bugün savunulanlara o gün lanet edilecektir. Bugün peygamberler haricinde önderler edinilen Said Nursi gibi kimseler o gün saptırdıkları insanların vebali -saptırılanların günahları eksilmemekle birlikte- önder edinilen Said Nursi gibi saptırıcılara yüklenecektir. 
"Yüzleri ateşe çevrildiği gün: «Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik, keşke Peygambere itaat etseydik» derler.
«Rabbimiz! Biz önderlerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar» derler.
«Rabbimiz! Onlara iki kat azab ver ve onları büyük bir lanetle lanetle (rahmetinden kov!)» "
(Ahzâb Suresi, 66-67-68)
"Onlar, hem kendi yüklerini, hem de kendi yükleriyle beraber başka yükleri (başkalarını kandırıp saptırmalarının vebâlini) taşıyacaklar ve elbette uydurdukları şeylerden kıyâmet gününde sorguya çekileceklerdir."
(Ankebut Suresi, 13)
Said Nursi'nin imtihan hayatı kapandığı için, onu hidayete ulaştıracak tebliği yapmak imkansızdır. Said Nursi sıradan bir insan değildir, toplumları dünya ve ahiret hayatını yönlendiren ve taraftarlarınca kutsal adam ilan edilen bir kimsedir. Bu dünyadan göçüp giden Said Nursi'ye karşı şefkatli bir yaklaşımın bir faydası da asla olmayacaktır. Yalnız, bazen sert üslup onun peşinden gidenleri üzüpte gerçeklere ön yargıyla bakmasına sebebiyet verebilir.
Şunu da söyleyelimki o videoda şiir ve edebiyat, roman, hikaye yazarları eleştirmenlerce nasıl eleştiriliyorsa Said Nursi'nin de yazdıkları öyle eleştirilmiştir. Çünkü Said Nursi'nin de yazdıkları edebiyat (kelam ve belağat), şiir, misaller ve hikayelerle doludur. 
"Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtiyle, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle."
(Sözler - Birinci Söz, Sayfa 11)
"Eski Said'in en son telifi ve yirmi gün Ramazan da telif edilen, kendi kendine manzum (şiirsel yazı) gelen Lemeat Risalesi Otuz İkinci Lema olması..."
(Emirdağ Lahikası, Sayfa 40)
“Risale­i Nur... hem bir kitab­ı tasavvuf, hem bir kitabı mantık, hem bir kitab­ı İlmi Kelâm, hem bir kitab­ı İlmi İlahiyat, hem bir kitabı teşviki san'at, hem bir kitabı belâgat, hem bir kitabı isbat­ı vahdaniyet; muarızlarına bir kitab­ı ilzam ve iskâttır.”
(Emirdağ Lahikası I, c. II, s. 1719.)
Ve -sözde- kendisini övmediğini iddia ettikleri Said Nursi; Mehmet Âkif, benim hakkımda şunları söyledi, diye bu sözleri risalellerine eklemiştir:
"Victor Hugolar, Shakspeare'ler, Descartes'lar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman'in bir talebesi olabilirler."
(Sözler, s. 717)
Said Nursi; Mehmet Âkif -bu sözleri söylemiş ya da söylememiş olsun- bu iddia edilen sözleri kabul etmektedir ki, kitabına eklemiştir. Şimdi, kitaplarında böyle şeylere eğilim göstermiş birisinin sadece alim kişiliği eleştirilmiyor ki, nurcular eleştirilere bu kadar düşmanca tepki gösteriyorlar!
Din konusunda çok kelam ve insanları etkiyen çoşkun hitaplar olduğunda müellifin kitaplarında ister istemez hatalar da olacaktır. Bu da dinde yeri olmayan büyük hatalar doğuracaktır. Söz konusu din olduğunda bu hatalar insanların ahiret saadetini hüsrana sebebiyet verecektir. Bu da affedilecek hatalar değil. 
Nurcular, videolarında "Said Nursi Gerçeği" belgeselini hazırlayanlar için bir avuç art niyetli müfteriler ve üstadımızın şöhretini kıskanan hasetçiler deniyor. Bu hiçbir dayanağı olmaksızın söylenmiş nefsani sözlerdir. Oysaki onlardan istenen delillerle hazırlanan belgesele kendi delilleriyle açıklık getirmektir. Bu videoda hiçbir delil verilmemiş aksine sadece yanlışa itiraz eden müslümanları art niyetlilikle, kıskançlıkla itham etmekten başka birşey yapılmamış. 
İnsanları kendisine ve cemaatine davet eden Said Nursi "Beni kıskanıyorlar" diye dursun, gerçek alimler insanları kendisine değil Allah'a davet ederler. Kendileriyle ilgili eleştirilere de kızmazlar. Kızdıkları tek şey zalimlerin despotlukları ve insanların Allah'a karşı hadsizliğidir. 
“Allâh'a dâvet eden, sâlih ameller işleyen ve «Ben müslümanlardanım.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet Suresi, 33)
Üstadımızın şöhreti kıskanılıyor, ya da benim şöhretim kıskanılıyor, gibi bir düşünce; Allah rızasının dışına çıkıldığının delilidir.
"Bizim en büyük şöhretimiz Müslümanlığımızdır! Şahsımız için ise, sadelik kâfîdir"
Ömer bin Hattab (r.a)
İnsanlar imanlarını koruma gayesiyle tamamen Kur'an ve sünnete dayanan eleştiriler getirirken , Said Nursi ve talebeleri "Bizi eleştirenler nefisperestlikten ve makam sevgisinden, hizipçilikten bizi eleştiriyorlar" gibi ithamlarla karşımıza çıkıyorlar. Nurcular aslında bunları söylerken, kendileri gibi hizipçilik yapan tarikatçılara, cemaatlere değiniyorlar.
Risalelerin çok okunmasının onun doğru olduğunun kanıtı olarak savunuyorlarki, bu doğru bir tespit asla değildir. Doğru olup olmadığının anlaşılması, Kur'an'ın mesajını iyi anlamaktan ve Rasulün sünnetine uymaktan gerçer. İnsan bir de fıtratın dışına çıkmış, nefsini aşağılık kılmışsa artık defalarca bir yanlışı okusa da ondaki yanlışı bulması çok zordur. Bir görüşün doğruluğu onun Kur'anla çelişip çelişmemesiyle ilgilidir, şirke ve bid'ata bulaşmış insanların, bu görüş hakkında dünyanın her yerinde panel ve konferanslar yapmaları onun doğruluğunu göstermez. Taraftar çokluğu bir fikirin doğru olduğunu asla göstermez.
"Yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar, sadece tahminde bulunurlar."
(Enam Suresi, 116)
"Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan, hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah, yaptıklarını şüphesiz bilir."
(Yunus Suresi, 36)
SUNULAN BAHANELERE CEVAP -1-
Said Nursi ve eserlerinin kutsal ilan ettiği iddiası doğrudur. Said Nursi; risalelerine sürekli nur der, mübarek der. Ve her soruya cevap verebileceğini ama soru sormayacağını ve her söylediği doğru olan zamanın mükemmeli denmesi ona kutsiyet vermektir. Nurcular kutsallığı savunurken bir takım şeylere indirgemeye çalışıyorlar. Oysa Kuddüs olan Allah'tır, kutsiyet belirleyen de yalnızca O'dur.
"O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Melik'tir (bütün mülkün sahibidir). Kuddûs'tur (mukaddestir); Selam'dır..."
(Haşr Suresi, 23)
Bir de nurcular kutsal diye birşeyler sıralarken bazı sıraladıkları şeyler, cahiliyenin kirinden başka bir şey değildir. "Vatan toprağı, bayrak kutsaldır.", demeleri nurcuların ne derece asabiyet hastalığına kapıldığını gösteriyor. Vatanın ve bayrağın kutsiyeti hangi kaynakta geçmektedir?! 
Vatan kavramı da 150 yıl önce Namık Kemal ortaya atmıştır. Memlekete "Vatan" kavramını kullanmak; toprağı kutsallaştırmak, putlaştırmaktır. Herkes kendi toprağı için savaşmayı kutsiyet görürse, bu onlar için bir din olmuş olmaz mı?
"İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır."
(Nisa Suresi, 76)
Seyyid Kutup, bu konuyla ilgili gerçekçi bir tespitte bulunmuştur:
''Kimin için öldüyseniz, ödülünüzü ondan bekleyiniz!'' 
Tevhid sancağından başka bayrak ve Mekke, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa' ve Tuva Vadisi'nden başka kutsal beldeler var mıdır!? Allah'ın hükümlerinin uygulandığı topraklar Daru-l İslamdır. Ama toprakları kutsal değildir. Her yer Allah'ın arzdır, kutsalları da yalnızca O belirler. Tağutun askerlerinin adına Mehmetçik, ölülerine şehit diyecek kadar ileri giden cahiliyye kirleriyle dolu yaşayan nurcuların sözleri bizi şaşırtmıyor açıkçası.
SUNULAN BAHANELERE CEVAP -2-
Nurcular videolarında Said Nursi'nin reklamdan kaçtığını söyleyerek savunmaya geçiyorlar. İlkin şunu söyleyelim ki, "Said Nursi Gerçeği" videosunda değinilen konu bu değildir, şudur:
Kendisini tevhide nispet edenlerin de şaşılacak bir biçimde Said Nursi'yi savunmasını, Said Nursi'nin bu zamana kadar fazla reklamının yapıldığı için, insanların onu savunma yoluna gttiği ve bunun aslında bir hastalık olduğu vurgulanmıştır. Yani o videoda, Said Nursi reklam peşindedir gibi bir ifade geçmemiştir. Burda konu başka tarafa kaydırılmıştır, anlatılmak istenenden uzak yorumlar yapılmıştır. 
Said Nursi'nin talebelerine; yanıma gelmenize gerek yok, risaleleri okumanız yeterli, demesi onun reklamdan kaçtığı anlamına mı geliyor? Peki, okumalarını tevsiye ettiği risalelerin bir müellifi yok mudur? Yoksa bunlar gökten inen vahiy mi -haşa-. Ki Said Nursi ve talebeleri de bunu savunuyor. Yazmış olduğu risalelere vahiy isnat ederek, bana gelmeyin risaleleri okuyun bu ihlas için önemlidir, diyen biri için böylelikle reklamdan kaçmış oluyor demenin akıl ve vicdanla izah edilecek bir tarafı var mıdır?! Alimler kitaplarında insanları Kur'an'a yöneltir, kitaplarına ulvilik yakıştırmazlar. Kitaplarına ulvilik yakıştıranlar bir cevhere işaret ederler ki bu da kitabın müellifidir. Said Nursi'de bu yöndeki gelecek eleştirilere karşı , bana Allah ihtar etti, diyerek kendini savunma yoluna gitmiştir. 
Herkeste biliyorki; Allah (SWT), vahyi toplumlarında ahlakta örnek olmuş seçkin kullarına, yani peygamberlere indirir. Bana vahiy iniyor diyen biri, ben Allah'ın seçtiği bir kuluyum demiş olmuyor mu? 
SUNULAN BAHANELERE CEVAP -3-
Said Nursi; talebelerince, kendini övmediği risaleleri övdüğü bahanesi sunuluyor. Yazdığı külliyatın tamamına yakını müellifin kelamından, belağatından oluşacakta; buna rağmen Said Nursi kendisini övmüyor, risalelerini övüyor demekten utanılmayacak. Bu insanları aptal yerine koymaktır.
İnsan kendisini övmemelidir, evet doğrudur. Kitapları Kur'an'a ve sünnete işaret ediyorsa bu yön insanlara anlatılabilir. Çünkü Kur'an ve sünnetin dışındaki şahsı görüşler müslümanların talep edeceği şeyler değildir. Oysa Said Nursi öyle yapmıyor. Ona göre, risaleler Allah tarafından ayrıyeten kendisine yazdırılmıştır. Gördüğünü iddia ettiği rüyalarda Rasulullah'tan ders aldığını söyler. Herkes böyle birşey ortaya atar da buna inanılırsa, Kur'an ve Sünnetin otoritesi diye birşey kalır mı?
Rüyayı görenin doğru söyleyip söylemediğini kim nerden bilecek ki? Kaldıki alimlerin ittifakıyla da, rüya ile amel edilmez, çünkü rüya dini bir hüküm taşımaz. Salih rüyalar vardır, şeytani rüyalar vardır. Salih rüyalar dahi kişiyi ilgilendirir toplumları değil. Bize hidayet ileten bir resul gelmiştir , biz ona tabiyiz. Ve herkesin bildiği güvenilir kaynaktan sözlerini alırız. "Rüyamda, Rasulullah bana dinimle ilgili vaaz ve nasihatte bulundu, bunları da hadis kabul ediyorum", diyen kişi Rasulullah'ı görmüş değildir. Gördüğü kişi başkasının şekline bürünmüş olarak gelen şeytandır. Çünkü Rasulullah (a.s.m) kimsenin rüyasına girip ona diniyle ilgili vaaz, nasihat etmez. 
Allah Rasulu, çevresindekilerin şahit olduğu canlı bir şekilde tebliğini yapmıştır ve vefat etmiştir. Vefat ettikten sonra görevi sona ermiştir. Onun tebliğ ettiklerini orda bulunanlar herkesinde şahit olduğu üzere rivayet eder, sağlam bir senetle diğer kuşaklara bildirir. Din bütün insanlara açıktır, gizli değildir. Bunun dışındaki bir düşünce batıldır, safsatadan ibarettir. 
SUNULAN BAHANELERE CEVAP -4-
Kendisini halkın nazarında mütevaziliğin de ötesinde hiç inandırıcı olmayan bir biçimde sınıflandıran Said Nursi'nin hiçbir vasfı yoksa o risaleleri nasıl yazmıştır? İlimsiz bir insan yazsaydı kabul ederler miydi? Oysaki kendisi ve talebelerince zamanın alimi, imamı ve mücedidi biliniyor. 
Tevazusu doğasında olan gerçekliği bulunan kimselerin tevazusu haricinde; eserlerini öven, eleştiri kabul etmeyen, her söylediği kabul edilsin isteyen, insanların övücü açıklamalarına engel olmayan kimselerin aşırıya kaçan tevazu çabaları inandırıcı olmasa gerek.
Cüneyd-i Bağdadi (rahmetullahialeyh) söyle der:
“Tevazu göstermeye çalışmak da kibirdir. Çünkü kendinde bir varlık hisseden tevazu göstermeye çalışır. Gerçek tevazu ehli, kendinde bir varlık hissetmez ki, tevazu göstermeye çalışsın. Onun tevazuu tabiidir, yapmacık değildir.”
Said Nursi'de bu bolca görülüyor. Mesela burda;
"Öyle de, şu hiç ender hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur’ân’a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş."
(Mektubat - Dördüncü Mektup, 19)
Bunu söyleyipte hiçbir şey olmadığını söylemek insanlar tarafından kabul görür mü? "Bana ism-i Rahim ve ism-i Hakim mazhariyetine medar bir vaziyet verildi", diyen Said Nursi kibrini, "Hiç-ender hiç olan kardeşinize " diyerek aşırı mütevazilikle kapatmaya çalışmaktadır. 
"Şüphesiz ki, Allah, onların saklı tuttuklarını ve açığa vurduklarını bilir; gerçekten O, büyüklenenleri sevmez. (Nahl Suresi, 23)
Bir alim Kur'an ve sünnetten edindiği edindiği bilgilerle bid'at ve şirk ehline Kur'an ve sünnetten delilleri gösterir. Kur'an ve sünnetten uzaklaşanları ona yöneltir, kendisine değil, yazdığı kitaplara değil. İnsanlar görüşlerinde isabette eder, hata da. Alimler biz Kur'an talebesiyiz, Kur'an'ı hala anlamaya çalışıyoruz derler, oysa Said Nursi güya mütevaziliğinin ıspatı da ben Risale-i Nur talebesiyim, demesiymiş. Bu da bu kitapları kendi düşüncesiyle değil, Allah tarafından kendisine ihtarla yazdırıldığı iddiası ortaya çıkıyor, ki Said Nursi'de zaten bunu söylüyor. Bütün alimlerin ciltlerle kitapları toplansa Kur'an'ın bir sayfası bile edemez. 
Zamanın müçtehid alimlerinden İmam Ebu Hanife (Rahimehumullah) şöyle diyor:
“İnsanların ihdas ettikleri ve kendilerinden ortaya koydukları şey, onları hidayete ulaştırmaz. Aslolan, Kur’anı Kerim’in getirdiği ve Hz. Peygamberin davet ettiği, insanlar arasında tefrika ortaya çıktığı devreye kadar Hz. Peygamberin ashabının yapmakta devam edegeldikleri şeylerdir. Bundan başkası ile amel edenler bid’atçı ve kendiliklerinden ihdas edicilerdir.'' (El-Vasiyye, 79)
SUNULAN BAHANELERE CEVAP -5-
Risalelerin bilginin haricinde yazılmış olması, ona vahiy isnat etmek demek değil midir! Alimler Kur'an ve hadis ilminden bi haber mi kitap yazıyorlar, ki hiçbir emeğim yok desinler? O zaman alime neden itimat edilsin? Çaba göstermeyen ve takva ehli olamayanları Allah doğru yola iletmez.
“Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve takva ehline doğru yolu gösteren bir kitaptır.”
(Bakara Suresi, 2)
"Uğrumuzda cihad edenleri, yollarımıza erdiririz. Hiç kuşkusuz Allah iyi işler yapanlarla beraberdir."
(Ankebût Suresi, 69)
Nebiler ahlaklarıyla örnek olmuş ve toplumlar arasında güvenilir olmuşlardır. Allah'ta bu kimseleri bu vasıfları sebebiyle seçmiştir. Edinen bilginin haricinde, "Bana Allah'tan ihtar edildi, bana Allah tarafından yazdırıldı", demek nübüvvet iddia etmektir. Herkeste bilirki bu vasıf alimlere ait değil Peygamberlere aittir. 
"Böylece sana da biz kendi emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip iletiyorsun."
(Şûrâ Suresi, 52)
SUNULAN BAHANELERE CEVAP -6-
Nurcuların Said Nursi'nin, bana yazdırıldı, derken; Allah'ın yardımıyla yazdırıldı, demek istemiştir gibi savunmaya geçmeleri hiç inandırıcı değil; açıkça demogojidir. Bir insan iyi işler yapmak isterse Allah ona fırsat verir, günah ve şirk işlemeyi diliyorsa ona da fırsat verir. İnsan ilim elde etmişken sapkın düşüncelerle kitapta yazabilir, doğruyu da yazabilir. Allah onu imtihanda fırsat verir. Dileyen ilmini doğruya, dileyen yanlışa kullanır. Bu onun tercihidir, Allah'ın tercihi değildir. Allah insana bir irade vermiştir. Kendilerini hata işlemeyeceğine inandıran kimseler, daha çok hataya düşecek kimselerdir. Said Nursi'de, bana Allah yazdırdı, diyerek kendi düşüncelerine bir kutsiyet kazandırmış, bir dokunulmazlık zırhı giydirmiştir:
“Mübarek Sözler şübhesiz Kitabı Mübin'in nurlu lemeâtıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır”.
(Barla Lâhikası, Yirmi Yedinci Mektub ve Zeyilleri, c. II, 1415.)
Üçüncü sehiv: Yanlış mânâ vermekle raporda: "Said bazen kerametler yazar. 'Yazmak istemezdim; bana yazdırıldı.' Hem bazen: 'Bu cevap mânevi cânibden geldi. Ve hakikat âleminden bildirildi.'
(Sirâcü'n-Nûr - s.2301)
"Zübeyir Gündüzalp'in daktiloyla yazdığı "Gençliğimiz, hak ve hakikatı öğreten malûmat ve en yüksek ahlâk istiyor" adlı bir formasında, onuncu sayfada: "Risale-i Nur yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlığından kurtarmak için, müellifinin kendi ihtiyarıyla değil, büyük Yaratıcımızın ihtarıyla yazılmış bir şâheserdir."
On ikinci sayfada: "Risale-i Nur'a hizmet eden birisine denilse: 'Risale-i Nur yerine şu kitapları kopya et de, Ford'un servetini sana vereyim.' O, Risale-i Nur satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan şöyle cevap verir: 'Dünya servet ve saltanatının hepsini verseniz kabul etmem.' "
Said Nursi
(Risale-i Nur, Şualar; sf 693- Ondördüncü Şua- Yeni Aya Neşriyat)
ŞUALAR
Yedinci Şua
Beşincisi: Ben Ramazan'ın feyziyle bu risalenin nurlarına mazhar olmaklığımla beraber, birkaç cihette halim perişan ve birkaç hastalıkla vücudum sarsıldığı bir zamanda acele yazılıp, birinci müsveddeyle iktifa edildi. Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarımla olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkâl edecek bir vaziyet aldı.
Görüldüğü gibi Said Nursi'nin "Bana yazdırıldı" sözünden kasıt kendi iradesi dışında gelişen durum olmakla birlikte kendi düşüncesiyle de olmayan bir yazdırılmadan bahsediyor. Yani iddia edildiği gibi kendi iradesiyle birşey yaparken Allah'ın ona izin vermiş olduğu bir durumu anlatmıyor. Örnekler çoğaltılabilir. 
Oysa baştan şu örneği vermemiz bile nurcuları susturacaktır:
“Risale-i Nurlar, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden, ne de Batı’nın felsefe ve bilimlerinden alınmış ve iktibas edilmiş bir nurdur. O, gökten inmiş Kur’an’ın, Doğunun da Batı’nın da üstünde olan Arş’taki yerinden alınmıştır.”
(Şualar s. 601. İfadeler sadeleştirilmiştir.)
Aslı şöyledir: “Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’an’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”
Risalelleri için; O, gökten inmiş Kur’an’ın Arş’taki yerinden alınmıştır, diyen Siad Nursi; bana vahiy iniyor demiyor da ne diyor Allah aşkına!
SUNULAN BAHANELERE CEVAP -7-
Said Nursi'nin materyalist, darwinist bir dönemde yani Allah (SWT)'nın varlığının açıkça inkar edildiği ve bu inancın zorla dikta edildiği bir dönemde sadece rububiyet tevhidini (Allah'ın mutlak varlığı ve yaratıcı olduğunu) anlatması insanlar tarafından büyük bir alim görülmesi yeterli olmuştur. 
Oysa Said Nursi kitaplarında uluhiyet tevhidinden asla bahsetmez. Uluhiyet tevhidini, yani Allah'ı birleyen inancı bozanların müşrik olduğuna değinmez. Çünkü onun gibi kelamcılara göre, müşrik sadece puta tapanlardır. 
Said Nursi Allah'ın hükmünden kaçıp, tağutun hükmüne sığınanların müşrik olduğunu asla değinmez, sadece Allah'ın güç yetebileceği durumlarda yardımın sadece Allah'tan istendiğine ve bunun aksini yapanların müşrik olduğuna asla değinmez. Çünkü bu iki şirki Said Nursi bilmemektedir.
Said Nursi, bu iki şirkten biri olan hükümde şirki bilmediğinden Şeyh Said'in başlattığı kıyama katılmamış ve karşı çıkmıştır. Oysa bir din bilgini olarak şeytanın taraftarlarına karşı savaşılması gerektiğini bilmesi gerekiyordu.
"İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır."
(Nisa Suresi, 76)
"Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın" (Enfal, 39)
İkinci bir şirk olan dua da şirki de bilmiyor. Bunu bilmediğinden de bu şirki açıkça işliyor ve risalelerinde belirtiyor:
"Evet, doğrudur. Arabî tarihle bin üç yüz otuz dokuzda, müthiş bir burhan-ı ruhî ve dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikrî geçirdiğim sıralarda, pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs'tan istimdat eyledim."
(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sekizinci Lem'a)
Bu Kur'an'a ters ifadelerdir. Oysa Allah kendisinden başkasına dua edilmemesini Kur'an'da uyarmıştır:
"Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarıp yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun."
(Şuarâ Suresi, 213)
“Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yar­dımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? Ne kadar az düşünüyorsu­nuz..”
(Neml Suresi, 62) 
“Gemiye bindiklerinde, şirkten uzak bir şekilde,
yalnız ona boyun eğerek Allah’a yalvarırlar. Allah
onları karaya çıkardı mı, bir de bakarsın ona eş
koşmaya kalkışıyorlar.” (Ankebut Suresi, 65)
Sadi Nursi, şirki sadece putlara tapmak olarak bilmektedir. Bütün müşrikler putlara ibadet ettiklerini iddia etmiyorlardı. Yalvarıp durdukları kimselerin ruhlarına yalvarıp, resimlerini de kendilerine hatırlatır diye koyarlardı. İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s)'ın peygamberliğini kabul etmiş Kureyş kabilesi, ataları İbrahim (a.s.)'ın putları kırdığı ve bu yüzden de ateşe atıldığını gayet iyi biliyorlardı. Bunu bilemelerine rağmen, onlar neden putlara taptıklarını iddia etsinler ki?!
Kur'an'ı Kerim'de müşriklerin yapmış olduğu şirki reddettiğinden bahseder:
“Onların hepsini bir araya toplayacağımız gün, or­tak koşmuş olanlara şunu diyeceğiz: “Hani nerede o sizin kuruntusunu ettiğiniz şeyler?” Onların kaçamak cevabı şu olacaktır: “Rabbimiz Allah’a and olsun ki bizler müşrik değildik.” Bak işte, kendilerini nasıl da yalanladılar. Allah’a karşı eş koştukları şeyler kendilerinden nasıl da uzaklaştı.”
(En’am Suresi, 22–24) 
Evet Said Nursi daha tevhidi ve şirki bilmediği halde insanlar tarafından büyük bir alim görülmesi şaşılacak bir durumdur. Bu ancak materyalist felsefeyi savunanların Allah'ı inkarı ve dinsizliği dikta ettikleri bir dönemde olabilecek birşeydi ve Said Nursi de böyle bir zamanda risalelerler yazmıştır. 
Risalelerini yazdığı dönemlerde binlerce din alimi asılmıştır, hatta namaz kıldıracak bir hoca bile bırakmamışlardı. Bu durumda doğal olarak ortam Said Nursi'ye kalmıştır. Batıda yaşayan türk kavmi de böyle bir ortamda onun etrafına toplanma durumunda kalmışlardı.
SUNULAN BAHANELERE CEVAP -8-
" Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi)."
( Risale-i Nur Külliyatı - Mektubat - Yirmi Altıncı Mektup - Üçüncü Mebhas- sf 454)
Nurcular bu sözde kastedilen türklükten çıkanların macarlar ve bulgarlar olduğu ve Said Nursi'nin bu yüzden türklerin dinden çıkmaması gerektiğini anlatmak istediğini savunmuşlar. 
Said Nursi'nin insanların kafir olmaları ve irtidat etmelerini bir ırka bağlaması ya da müslüman olmalarını bir ırka bağlaması doğru bir tespit değildir. Oğlu müşrik olan Nuh (a.s.)'ı, babası müşrik olan ibrahim (a.s.)'ı, amcası müşrik olan Peygamberimiz (a.s.m)'ın durumunu bilmiyor gibi konuşmuş. Böyle yaklaşımlar insanları dine döndermez. İsteyen küfre girer, isteyen iman eder. Bu Allah'ın her insana bu dünyada tanıdığı iki şecenektir. 
Said Nursi insanları küfür bataklığına düşürenin ırkçılık belasının olduğuna değinmesi gerekirken insanların ırki damarına hitap etmiştir. Bu yanlış bir usuldur. Bulgar ve macarlar önceden müslüman değillerdi, ki islamdan çıktıkları için türklükten çıkmış olsunlar. Bulgar ve macarlar türklerle aynı atadan olabilir ama hiç kimse ırkından çıkamaz. 
Türk kavminin ataları olan Oğuzlara türk dendiği dönemde Bulgar ve Macarlar da kendilerine başka isim vermişlerdir. Hiç kimse ırkından, kabilesinden, boyundan çıkmaz. Zamanla boylar geliştiğinde bir boyun altında farklı bir isim edinilebilinir ama insanlar bir üst boydan çıkmazlar. Dinle ırkı aynı katagoriye koyarak Said Nursi kelamla insanları etkileme tutumuna girmiştir. Dinle ırk kesinlikle aynı katagoriye girecek meseleler değildir. Irk insanların seçemediği, din ise insanların kendi iradesiyle seçebildiği bir durumdur.
SUNULAN BAHANELERE CEVAP -9-
"... Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü'l-emirlerimiz düşünsünler."
(Divan-ı Harb-i Örfî, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi.)
Bunu savunan nurcular, Said Nursi bu konuda eleştirilirken cumhuriyetçilerin bugünkü meclisinin verilmesini de Osmanlı sultanlarına bağlamaları çok komik olmuş. Sanki bu mecliste Osmanlı sultanları var da Said Nursi'yi eleştirken onlar da eleştiriliyor (!)
Nurcular aşağıdaki hadisi vererek savunmaya başlıyorlar:
“Din, güzel ahlaktır ” [Deylemi]
Oysa Said Nursi burda kapsayıcı olan dinden bahsetmemiştir, dinin bir parçası olan şeriatı yüzdeliklere bölmüştür. Yüzde birinin ancak siyaset olduğunu savunmuştur. Bu masum bir hata değil!
Nurcuların dayandığı hadis şöyle gelişmiştir.
Sahabilerden biri Rasul-i Ekrem s.a.v.’e gelerek sordu:
- Ey Allah’in Rasulü, din nedir?
Rasul-i Ekrem s.a.v. buyurdular:
- Güzel ahlâktir!
Din güzel ahlâktir.
Sahabeler: Peki güzel ahlâk nedir?
Rasulullah (a.s.m):
Müslüman’in aslî halidir:
Dogru sözlü, merhametli, güler yüzlü, tatli sözlü, neseli, sabirli…
Hilm, vakar ve sükür sahibi…

Nurcuların iddia ettiği gibi bu hadiste din nedir diye bir soru daha o sahabe tarafından sorulmamıştır. Ve de Rasulullah aynı şekilde cevap vermemiştir. Din güzel ahlaktır, diyen Rasulullah (a.s.m). Bir başka yerde de din nasihattır da demiştir: 
Ebü Rukayye Temîm İbni Evs ed-Darî radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem :
"Din nasihattir" buyurdu. Biz kendisine:
- Kimin için nasihattir? dedik. Peygamberimiz (a.s.m):
- "Allah, Kitabı, Resulü, mü'minlerin yöneticileri ve tüm müslümanlar için nasihattir" buyurdu.
(Müslim, İman 95. Ayrıca bk. Buhari, İman 42; Ebü Davüd, Edeb 59; Tirmizî, Birr 17; Nesaî, Bey'at 31, 41)
Nasihat sözlükte öğüt vermek, iyi ve hayırlı işlere davet, kötü ve şer olan şeylerden nehyetmektir.
Hadisin dayandığı ayet:
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Resüle itaat edin ve sizden olan buyruk sahibi yöneticilere itaat edin"
(Nisa süresi, 59)
Rasulullah şeriatın uygulandığı bir yerde Medine'de bunu kendisine soru yönelten sahabelerine, yani müslümanlara söylemiştir. Bu sözü Allah'ın hükmüne yanaşmayan bir müşriğe demiş değildir. Müşrik önce reddetmeyi öğrenmeli, Allah'a şirksiz iman etmeyi kabul etmeli ki nasihatlar yerini bulsun, güzel ahlak ona ahirette fayda sağlasın. Tağutu reddedip Allah'a iman eden bir kişi, Allah'a teslimiyet gösterip onun emirleri doğrultusunda hareket eder. Yoksa tağutu reddetmeden yapılan her türlü iyilikler boşa çıkar.
"And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuştur: «And olsun, eğer Allah'a ortak koşarsan işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.»" (Zümer Suresi, 65)
Sahabe, burda dinin diğer bir parçası olan şeriatı sormamıştır, kapsayıcı olan dini sormuştur. Müslümanlar, tağutu reddettikten sonra ancak güzel ahlak sahibi olurlar. İnsanların ferdi yaptıkları şeriat uygulaması oto kontrol siyasetidir, İslam devletinin siyaseti değildir. Özet olarak; Allah Rasulu (a.s.m), dinden bahsederken sadece şeriattan bahsetmemiştir ki, Said Nursi şeriat hakkında böyle yorum yapabilsin.
Din önceki cahiliye adetlerinden birşey bırakmamakla ayakta durur. Din onun yolunda cihad etmekle, Allah'ın hükümleri uygulamakla ayakta durur. 

Said Nursi bunları yapmak bir yana bunu yapanlara karşı çıkmıştır. Tağut'a karşı çıkmış insanlara ırkı bir düşünce ile karşı çıkmıştır. Oysa küfrün ırkı yoktur. Cahiliye adetlerini dinin içine sokan müşriklere karşı çıkanları da Vahhabi diye yaftalamıştır. 
Şeriatı yüzdeliklere bölüp; yüzde doksan dokuzunun ahlak,ibadet, ahiret, fazilet olduğu gibi matematik hesap Said Nursi'ye düşecek birşey değildir. Said Nursi böyle şeyleri kendini kaptırdığı kelamıyla sürekli yapmaktadır. Bu onun için doğal bir durumdur. Oysa tevhid mücadelesinde Rasulullah 13 yıl Mekke döneminde ahlaksızlıktan rahatsız olduğu halde müşrikleri ahlak, ibadet ve fazilete çağırmamış;onları Allah'ı birlemeye çağırmış, tağutu reddetmelerini eski batıl inançlarını terketmeleri gerektiğini tebliğ etmiştir. 
Said Nursi'nin, "Şeriatın yüzde doksandokuzu ahlak, ibadet, ahiret ve fazilettir." sözleri tağuti sistemi benimsemiş despotların işine gelmektedir. Bugün hoca geçinenlerin tağuti sistemlerin olduğu ülkelerde, camilerde, televizyonlarda ahlaktan, faziletten bahsetmeleri tağuti sistemi benimseyenlerin hayatında neleri değiştirmiştir?! Şeriatın olmadığı bir yerde bunları ancak Allah'a kesin teslimiyet gösterenleren, tağutu reddetmiş kimselere fayda eder. Günahı ilke edinmiş müşriklere bu gibi metodlar işe yaramaz.
SUNULAN BAHANELERE CEVAP -10-
Said Nursi'nin Abdulkadir Geylani'yi duada Allah'a ortak koşmasından bahsedildiği bölümde "Ancak (yalnız, sadece) Allah'ın yapmaya kadir olduğu durumlarda, yardım yalnızca Allah'tan istenir" sözü çarpıtılmıştır. Çarpıtılmaya sebep olay metni okuyan dublaj sanatçısının manayı farketmeden yalnızca, sadece anlamında olan"ancak" cümlesini hızlı okumasıdır. Ses tonundan öyle bir anlam çıkmıştır. Nurcular da bunu videolarında halbuki olarak çevirmiş ve öyle anlamlandırmıştır. 
Oysa, hiçte öyle bir anlam verilmek istenmemiştir. Verilmek istenen anlam; mahlukatın güç yetiremediği konularda yardım yalnızca Allah'tan istenir, olduğudur. Ki Said Nursi Gerçeği videosunun diğer bölümlerinde de bu vurgulanmıştır. 
Said Nursi'nin Fatiha Suresi, 5. ayetle ters bir inançta olduğu vurgulanırken, ayetin meali şöyle verilmiştir:
"Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz"
(Fatiha Suresi, 5)
Ayetin meali videoda; yalnız, sadece anlamı taşıyan "ancak" cümlesi verildiği halde buna başka bir anlam yüklemek elbette olmaz.
Bilinmelidir ki, Allah'ın gücünde sorunu olanlar, Allah'ın tasarruf ve yetkisinde O'na ortaklar koşanlardır.
Kulların birbirlerinden yardım istemesi, kulun Allah'tan yardım dilemesi gibi değildir. Kullar güçleri yetebilecek bir işte birbirlerinden yardım istediğinde bu elbette şirk olacak değildir. Çünkü Allah (S.W.T) kullarına böyle bir kapasite vermiştir.
Ama insanın kapasitesini aşan bir durumda ondan yardım dilemek elbetteki şirktir.
Çünkü bu ona gücünün üstünde tanrısal bir güç iddia etmektir. 
Nurcular, sadece ölüden yardım dilemeyi şirk gördüğümüzü diriden gücünün üstünde yardım dilemeyi şirk görmediğimizi söylemiştir ki bu yalandır.
Sesi duyamayacağı kadar uzaklıkta olduğu ve ses geçiremeyecek bir set olduğu bilindiği halde -iletişim cihazları veya arada aracı bir kişi olmaksızın- mahlukattan yardım dilemek şirktir. İnsanlar birbirleri arasında aracılar edinebilirler ama Allah (SWT) bu tür eksikliklerden münezzehtir.
"Kullarım sana benden sorarlarsa ben Karîb'im, gerçekten çok yakınım. Dua edenin çağrısına, bana çağırıp yakardığı anda cevap veririm. Hadi onlar da bana karşılık versinler, bana inansınlar ki doğruyu ve iyiyi bulabilsinler."
(Bakara Suresi, 186)
"Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız."
(Kaf Suresi, 16)
Allah (SWT) Cebrail ve Melek aracılığıyla insanlara haber edebilir ve yardım edebilir ve hatta insanlarla diğer insanlar aracılığıyla yardım edebilir. Bu gücünde bir noksanlıktan değil insanların sınırlı kapasiteleri sebebiyle ve bir imtihan gereği bu kanunu uygulamıştır. 
Şefaat yani araclık; gökten yere doğrudur, yerden göğe doğru değildir. Yerden göğe aracı edinmek Allah'a -haşa- eksiklik vasfetmektir. Şefaatçileri (aracıları) kullar değil, Allah belirler.
"Yoksa Allahın aşağısından şefaatçiler mi (arcılar mı) edindiler? De ki: hiç bir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?
De ki: «Bütün şefaat Allah'a aittir. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz!»"
(Zümer Suresi, 43-44)
Bu bölümde iddiaya cevap vermeye çalışan nurcular gerçekten gülünç savunma vermişler. Verilen misallerin gerçekle hiçbir alakası yoktur. Sadece delilsiz zanlarla komik misallerle cevap vermeye çalışılmış. Baştan kendilerine tabi olanları saf ve aptal yerine koyan bir anlayışla video hazırlayanlar elbette böyle savunma vermeleri beklenirdi. Allah'a şirk koşanlar bu konuda ayetlerden delil vermedikleri için o konuyla ilgili misaller ortaya atarak insanların akıllarını çelmeye çalışırlar.
"Allah'tan ayrı olarak, hakkında O'nun hiçbir delil indirmediği şeye kulluk ediyorlar. Kendilerinin de onunla ilgili bir ilmi yoktur. O zalimlerin yardımcısı olmayacaktır."
(Hacc Suresi, 71)
“De ki; «Allah sadece açık gizli bütün kötülükleri, günahı, haksız saldırıyı, Allah'ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemeyi haram kıldı.”
(A'raf Suresi, 33)
"De ki: Allah’ın dışında ilâh diye öne sürdüklerinizi çağırın, onların göklerde ve yerde zerre kadar güçleri yoktur. Onların bu ikisinde hiçbir ortaklıkları olmadığı gibi, Allah onlar arasından herhangi bir yardımcı da seçmemiştir." (Sebe Suresi, 22)
İkinci bir iddiaları Hızır meselesidir. Ki Kur'an ve sahih hadislerde Hızır (a.s.)'ın yaşadığıyla ilgili hiçbir delil yoktur. Müşrikler kendi kurgularını uygulamak için Hızır (a.s.) kullanmışlardır. Bunu yaparken de ölmüş insanları yaşadığına inandıkları Hızır (a.s.) gibi eş değer tutmuşlar, bununla beraber bir sürü bid'at ve hurafeyi İslam dinine sokmuşlardır. Bu gibi kimseler, Hızır (a.s.)'dan ders aldıklarını idda etmişler, Peygamberimizin şeriatına muhalif bir uygulama içine girmişlerdir.
"Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar ölümsüz mü olacaklar?"
(Enbiya Suresi, 34)
Bedir günü Allah Resulu (a.s.m);
“Allahım, bana olan sözünü yerine getir, vaad ettiğini ver! Allahım eğer şu bir avuç müslümanı helak edersen yeryüzünde şirk koşmadan sana ibadet eden kimse kalmayacak!” (Müslim, Cihad, 58)
dediği sırada Hızır (a.s.) yaşasaydı, Allah Resulu Hızır (a.s.) hariç derdi.
İnsanlar, Allah'ın emriyle meleklerin kendilerine yardım edip birden kaybolmasını Hızır (a.s.)'a yormuşlar. Oysa insan topraktan yaratılmıştır ve gözden kaybolmaz. 
Benzer bir durumda müşriklerin şirki meselesidir. Müşrikler Allah'tan yardım dilemeyip kendilerine yardım edemeyecek durumda olanlara çağrıda bulunmaları sebebiyle dostları olan şeytanların kendilerine görünmeleri ve yardım etmelerini de çağrıda bulundukları kimselerden bilmişlerdir. İşte bu gibi misalleri ortaya atıp insanların buna inanmasını bekleyen nurcular videolarında buna inanmayanlara da cahil demektedir. Oysa cahil o kimsedir ki bir hidayet kaynağı olan Kur'an'dan ve mesajlarından habersiz olup zanlara inanır. Asıl büyük sapıklıkta budur.

Videoda ruhlara kutsiyet ve güç kazandırma çabalarına gelince bu bütün zamanların müşriklerinin düşüncesidir. Müşrikler zaten bu sayede Allah'a ortak koşmuşlar ve putperest olmuşlardır. Putperestlikte zaten budur. 
Geçmiş kavimlerin putperestleri; taştan, tunçtan, bakırdan, tahtadan yaptıkları heykellere tapmayı asla kabul etmektedirler. Bu şekillerini çizdikleri kimselerin ruhlarından yardım dilediklerini ve onları hatırlatır diye bu heykelleri yaptıklarını söylemişlerdir. Bu inanış yunan, mısır, babil mitolojisinde de yer alır. 
Tarihin tekerrürden ibaret olması insanları bundan hiç ibret almamasıdır. Oysa şirk koşan bütün kavimler, kendilerinden önceki kavimlerin tutuldukları azaptan haberdar oldukları halde yine aynı tasavvurla hareket ettiklerini neden kabul etsinlerdi ki! 
Onlar da çağımızın putperest müşrikleri gibi o çağın insanlarının bir takım nesnelere taptıklarını, onları yaratıcı saydıklarını, dolayısıyla kendileri gibi ölmüşlerin ruhlarından medet ummadıklarını sanmaktaydılar. Bu yanlış algı onların da diğer kavimler gibi aynı hataya düşmelerine sebep olmuştur. Onlar geçmiş bütün peygamberlere iman ettikleri halde çağdaşları olan peygamberlere yanlış tasavvurları yüzünden iman etmemişlerdi. Çünkü kendi yaptıklarını asla şirk görmüyorlardı. 
"İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'nun aşağısında veliler edinenler; "Biz onlara kulluk etmiyoruz, ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırmaları için", derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve nankör kimseyi hidayete eriştirmez."
(Zumer Suresi, 3)
"Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: "Nerede (kendilerinde birşey var) sanıp da ortak koştuklarınız?" (Bundan) Sonra onların: "Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik" demelerinden başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup-uzaklaştı."
(Enam Suresi, 22-24) 
Hiçbir bil bilgiye dayanmaksızın ruh hakkında zanla konuşan nurculara şu ayeti veriyoruz:
"Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Bu konuda size pek az bilgi verilmiştir."
(İsrâ Suresi, 85)
Ruhtan pek az bilgileri olmasına rağmen zanla konuşarak atıp tutanlar açık bir sapıklık içinde değil midir!
Nurcular videoda insanlar ölünce beden değiştirirler demekte. Fakat herkeste bilir ki insanlar ölünce beden değiştirmez, ruhları bedenlerinden ayrılır. Yeni bir beden verilmesi ancak cesetler çürüdükten sonra Allah (SWT), mahlukatın diriltileceği günde onlara yeniden bir beden vermesidir. 
"O kimseden daha sapık kim olabilir ki, Allah'ın berisinden kıyamete kadar kendilerine cevap veremeyecek kimselere yalvarıp yakarır. Ve onlar, bunların yakarışından habersizdirler. İnsanlar mahşerde bir araya toplandığında da onlara düşman olurlar ve ibadetlerini inkar ederler."
(Ahkaf Sures, 5-6)
Nurcular, insanlar ölünce ruhları güçlü olur melek gibi olurlar, demekte. Oysa beden olmaksızın ne insan ne melek ne de cin hiçbir şey yapamaz. İnsanlar topraktan, cinler ateşten, melekler de nurdan yaratılmıştır. Yapı malzemesi olmaksızın yaratıkların ruhu hiçbir şeye güç yetiremez.
Ölülerin durumlarıyla ilgili şu ayetler herşeyi özetlemektedir:
"Allah'ın aşağısında yakardıklarınız sizin gibi kullardır. Eğer iddianızda haklıysanız, hadi çağırın onları da size cevap versinler. Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var, veya işitecek kulakları mı var? De ki: 'Ortaklarınızı çağırın elinizden gelirse bana tuzak kurun, göz açtırmayın."
(A'raf Suresi, 194-195)
"Allah'ın aşağısında yakardıkları hiçbir şeyi yaratamazlar, üstelik onlar yaratılıp durmaktadırlar. Onlar ölüdürler, diri değildirler. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler." (Nahl Suresi, 20-21)
Son olarak nurcular, yakarılan kimselerin yaratma kudretinde olduklarına inanılmaması şartıyla onlara çağrıda bulunulması şirk olmaz demekteler. 
İşte asıl şirkte budur. Müşrikler tarih boyunca Allah'la beraber bir yaratıcının olduğuna zaten inanmamışlar ve herşeyi var edenin Allah olduğuna zaten iman etmişlerdi. Müşrikler sadece Allah'ın sıfatlarında bir takım insanları Allah'a ortak koşmuşlardı. 
Kur'an'da konu Allah'ın birlenmesi (tevhid), yani yaratıklardan ilahlar edinmeye ihtiyacın olmadığı ve Allah (SWT) onlara hiçbir şekilde böyle bir yetki vermediğidir.
Bu yapan müşrikler uyarılmakta, dalalette ve küfür içinde oldukları haber verilmektedir.
Allah (SWT), müşriklere; onlar sizi yaratmadıkları halde, sizi yaratana sırt dönüp nasıl olur da onlara duada (çağrıda) bulunursunuz, nasıl olur da yalnız Allah'a ait olan sıfatları onlara yakıştırırsınız, demektedir.
"Andolsun, onlara: «Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amede kıldı?» diye soracak olursan, şüphesiz: «Allah» diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar?"
(Ankebut Suresi, 61)
"De ki: «Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip çeviren kimdir? Onlar: «Allah» diyeceklerdir. Öyleyse de ki: «Peki, siz yine de korkup sakınmayacak mısınız?»"
(Yunus Suresi, 31)
embed video powered by Union Development
Buy cheap web hosting service where fatcow web hosting review will give you advices and please read bluehost review for more hosting information.