3 Şubat 2016 Çarşamba

SAİD NURSİ’NİN KURAN’A AYKIRI GÖRÜŞLER

De ki; ameller bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?Onların dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanırlar. Keyf 103-105


İnsanoğlu, büyük adam olmak için heveslerle doludur, fakat bir gün anlar ki, sadece bir küçük
adamdır; mutlu olmak için heveslerle doludur,fakat bir gün anlar ki,sadece mutsuzdur;
mükemmel olmak için büyük hevesler taşır,fakat bir gün anlar ki, sadece kusurlarla doludur;
insanlar tarafından sevilen ve sayılan bir kimse olmak için devamlı ümitler taşır, fakat
bir gün anlar ki, kusurlarından dolayı insanların sadece hoşgörüsüne lâyıktır. Pascal, Pensées.
                  
Ya da “Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız; işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin?” dememeniz için.  İşte Biz ayetleri böyle birer birer açıklarız, umulur ki dönerler.  (A’RAF SURESİ / 173)
Hayır; dediler ki: “Gerçekten atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk ve doğrusu biz onların izleri (eserleri) üstünde doğru olana (hidayete) yönelmiş (kimse)leriz.”   (ZUHRUF SURESİ / 22) 
Said Nursi bu gün nurcuların manevi lideridir ve öncüsü dür. Gerek Said Nursinin kitapları olsun Gerekse Fetullah  Gülenin kitapları olsun Bunlar Nurcular için İlahi denenecek kadar kutsal kitaplardır. Ve bu ilahi kitaplar olarak inanılan eserler bu gün Nurcular tarafından ,dünyanın dört bir tarafına yayılıp değişik dillere tercümeler yaptırılıp insanların okumasını sağlamaktadırlar. Hatta uluslar arası risale-i nur konferansları düzenlenip bir çok insanın bu mesajlara ulaşmasını sağlamaktadırlar.
Üniversitelerdeki  nurcular tarafından kurulan bir çok yurtlarda, dershanelerde abi-ablalar olarak görevlendirilen insanlar tarafından öğrencilere risale-i nurlar ve Fetullah Gülenin kitapları okutulmaktadır. Öğrencilerin okumaları için özel hediyeler verilip ve öğrencilere özel organizeler düzenlenip bunların adı altında düşünceler empoze edilmektedir.
İçlerindeki birçok abi-abla dedikleri insanlar ne kadar büyük bir vebal içinde olduklarının farkında dahi değildirler. Onlar bunları hep hizmet adı altında Allahın rızasını kazanırız niyetiyle yapmaktalar.
Kesinlikle  bugün Nurcular Allah’ın kitabından fazla Risale-i nuru okuyorlar. Nurcular tarafından verilen herhangi bir sohbete gittiğiniz vakit, orada Kuran’ın anlaşılmasına yönelik tek bir sohbet yapıldığını göremezsiniz. Aynı şekilde orada mevcut bulunan kütüphaneye baktığınız vakit Risale-i nurların içinde Kuran’ı bulma şansınız çok düşüktür. Çünkü genelde orada Kurana yeterince değer verilmediğinden dolayı risale-i nurlar arasında yer alması da mümkün olmamaktadır.Olsa dahi Kur’an ,sadece sembolik bir anlam ifade etmekte olup rafa kaldırılmıştır.
Nurcular kendi mensuplarını risale-i nura göre yetiştirmekteler.Kendi cemaatine mensup olan insanların düşüncelerini risale-i nurun bilgilerine göre inşa etmektedirler.  Ve risale-i nuru açıklayan, onu anlatan yüzlerce kitap yazılmıştır.Bir çoğu da bu cemaat de  görevli insanlar tarafında yazılmaktadır. Yani Nur cemaatinin  Rehberi Risale-i Nurdur desek abartmış olmayacağımız kesindir. Nurcular Risale-i nura göre bir yaşam ve risale-i nura göre bir hareket metodu izlemektedirler. Nurcular hatta Risale-i nuru yazan üstadlarını öyle taklid etmişlerdir ki, erkekleri tıpkı Said Nursi gibi bıyıklarını kısaltıp Said Nursi gibi sakallarını kazıtmaktadırlar. Gerçekten inançlarının öncüsü olan  bu insana bu kadar bağımlı olmaları  hayretle karşılanacak bir durum değildir de nedir?
İslam dininin mensuplarının bu anlamda örnek alacakları örnek şahsiyet Hz Muhammed(s.a.v.) olması gerekmez mi?
Allah’ın Resulünde sizin için güzel bir  örnek vardır” (Ahzâb Sûresi, 21)
“Andolsun, Allah’ın Rasûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzâb, 33/21)
Said Nursi risale-i nurun bir kurtuluş kitabı olduğu insanın hem Dünya hayatını hem de ahiret hayatını kurtardığını hiç çekinmeden kitabında şu sözlerle anlatmaktadır.
Onlar, ruhumuzun gıdası ve ebedî saadetimizin anahtarıdır (1)Bu acayip ve dehşetli ve hiç misli görülmemiş devirde, özellikle müminlerin çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında bulunduğu ve katıksız kafirlik ateşinin mahallemizi sardığı bir zamanda, ancak ve ancak, güvenimizin en sağlam, güçlü, yıkılmaz, sarsılmaz donanımına sahip olan Risale-i Nur’un nurânî siperlerine sığınmakla ve onun kutsal çerçevesine girmekle kurtulacak ve imanınızı kurtararak, ebedî yokluk zannettiğiniz ölümü bir ebedi hayata çevireceksiniz. (2)

Görüldüğü gibi risale-i nuru kutsal bir kitap haline Saidi nursinin kendisi getirdi. Onun yolunda giden insanlar sonradan kitaplarını kutsallaştırmadılar. Bizzat kendi sözleriyle kendi yazmış olduğu kitapları kutsallaştırdı.
Hiçbir Müslüman Allah’ın kitabı dururken , Allahın kitabına rağmen kendi yazmış olduğu kitapların insanlar için  mutlak kurtuluş yoludur diyemez.  Çünkü doğru yolu gösteren Mutlak anlam da Allah dır.  İnsanların hem dünya saadetlerini hem de ahiretlerini kurtarabilecek tek bir kitap varsa o da hiç şüphesiz Allah’ın kutsal kitabı  KURAN dır…
İnsanların hem dünya hem ahiretini  kurtaran bir kılavuz ve yol gösterici olduğunu iddia eden bu hitaplar ve söylemler Kur’anı bile devre dışı bırakmıştır.Oysa bunu Allah Kur’an da kendi kitabı için söylemektedir. Ne yapalım şimdi ey okuyucu ! Kur’anı bırakıp da Risale-i nurlarlamı doğru yola ulaşmaya çalışalım? Oysa Allah cc insanların karanlıklardan batıl yollardan kurtaran tek kaynağın Kur’an olduğunu bizlere kendi kitabında şu ayetlerle bildirmektedir.
Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap’tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik. (İbrahim. 1)
Şüphesiz ki bu Kur’an en doğru yola iletir;İsra 9
De ki: ‘Gerçek yol gösterme ALLAH’ın yol göstermesidir. Evrenlerin Rabbine teslim olmakla emredildik.’Enam 71
Görüldüğü gibi Kur’an İnsanları karanlıklardan,şirklerden,hurafelerden,batıl sistemlerden kurtarıp Allah’ın o aydınlık nurlu yoluna ileten ilahi bir rehberdir. Allahın kitabı dururken Nurcuların Said nursinin Kitabını kurtuluş kitabı olarak görmeleri onların Kuran’ı  tek kurtuluş kitap olarak görmediklerini gösterir. Kuranın dosdoğru yola ileteceğine inanan insan kuran dan fazla risale-i nuru okuyup anlamaya çalışmaz. Risale-i Nuru okuyup anlamaya çalışacak vakitlerini Kuran’ı daha iyi anlayıp yaşamaya harcamaları gerekirdi. İnsanları risale-i nurlara değil Kurana davet etmeleri gerekirdi. Ey Rabbim benim bu kavmim bu kuranı büsbütün terk etti. Furkan 30 evet işte kuran bu şekilde terk edilmiş bir kitap haline dönüştürüldü.. Allahın kitabından fazla okunan her kitap bizim Kuran dan bir adım daha uzaklaşmamızı sağladı.
İnsanlar bu gün Kurtuluşu cemaatlerin kitapların da ve insanların yazdıkları kitaplarda aramak dadırlar.
(O müşrikler ki,) Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır.Rum 32

Şimdi nurcuların kendilerine rehber edindikleri ve  dünyanın dört bir tarafına yaydıkları Said Nursi nin kitaplarında Allahın dinine aykırı görüşleri aktaralım.Nurculara Kur’an dan fazla okutulan Risale-i nurun nasıl bir kitap olduğunu içinde kurana aykırı olabilecek görüşleri aktaralım.
“Bediüzzaman Said Nursî, Hicrî on dördüncü ve Miladî yirminci asrın minaresinin tepesinde durup, çağdaşları olan Müslümanlara ve insanlığa bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmiş ve gelecek sıralarında saf tutmuş olan gelecek nesil ile en büyük mürşit ve en büyük müceddid olarak konuşuyor (3)  
Görül Düğü gibi Saidi nursinin zamanın en büyük müctehidi en büyük mürşidi olduğu ilan ediliyor. Şimdi bu kadar büyük biri olduğu iddia edilen insanın akidesini kuran ışığında inceleyelim. Bu yazıları okuyan  nur cemaatine  mensup okuyucular!!! Madem ki  Said Nursiyi putlaştırmadığınızı  ve bir alim  olarak gördüğünüzü İddia ediyorsunuz o zaman  Said Nursinin sözlerini Allah’ın kitabı ışığında inceleyip Kurana ters olan bütün düşüncelerini reddetmeniz gerekmez mi?
Şimdi burada nurculara bir çağrıda bulunmak  istiyorum eğer siz üstadınızın kurana ters düşüncelerinin olmadığını söylüyorsanız sizi Allahın kitabını hakem kılmaya davet ediyorum.Aramızdaki bu ihtilafı Allahın kitabına götürmeye varmısınız ?
Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasulune götürün, bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir. ” (Nisa, 59)

RİSALE-İ NURUN ALLAH TARAFINDAN İNDİRİLDİĞİ İDDİASI
Said Nursi şu sözlerle kendi  yazmış olduğu kitabın Kuranın indiği arştan inmedir diyor. Yani bu şu demek Kuran Arş dan Allah tarafında bana indirildi.
Doğuda da batıda da olmayan bir zeytin” cümlesi şunu söyler: “Elektriğin kıymetli metaı, ne doğudan ne de batıdan ithal edilmiştir. O yukarıdan, hava boşluğundan, rahmet hazinesinden, göklerden iner; her yerin malıdır. Onu başka yerde aramaya lüzum yoktur. Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur da aynı şekilde, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden ne de Batı’nın felsefe ve fen bilimlerin bilimlerinden gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nurdur. Ama semavî olan Kur’ân’ın, Doğu ve Batı’nın üzerinde olan Arş’daki yüksek yerinden alınmıştır  (4)
 Hasan Feyzi’nin bir mektubu vardır. Hülâsası:
“Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili ve hakkın ilhamı olup onun izniyle yazıldığına şüphe yok… Ben kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur’ânîyim. Bir lâyemutun eserinden fışkıran kerametli bir Nurum (5)

benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz (…) bulunan bir adam, (…) Risale-i Nur’a sahip değildir; ve o şeser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu’cize-i mâneviyyesi olarak, rahmet-i İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşiyle beraber, o hediye-i Kur’aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi, ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’da öyle parçalar var ki; bazısı altı saatte, bazı iki saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile te’min ediyorum ki: Eski Said’in (R.A.) kuvve-i hâfızası da beraber olmak şartıyle, o on dakika işi, on saatte fikrim ile yapamıyorum; o bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum, ve o bir günde altı saatlik risale olan “Otuzuncu Söz”ü ne ben ve ne de en müdakkik, dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı yapamazlar ve hâkezâ.(6)
Risalet-ün-Nur sair te’lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’andan başka me’hazı yok, Kur’andan başka üstadı yok, Kur’andan başka mercii yoktur. Te’lif olunduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu.Doğrudan doğruya Kur’anın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’anîden ve âyatın nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor. (7)

Risale-i Nur’un mesâili, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor.(8)

Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bâzı def’a haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı îmaniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmıştır?(9)

Bunların, Kitabullah’ın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka-i nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin mahsulü değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-ı vahy olan Zât-ı Pâk-i Risâletin mânevî ilham ve telkinatıdır. “Celcelutiye” ve “Mesnevî-i Şerif” ve “Fütûh-ul-Gayb” ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiyeye o zevat-ı âlişan, ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı mukaddesenin o âsâr-ı bergüzîdenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır. Yani, bu zevat-ı kudsiye, o mânânın mazharı, mir’at-ı ve ma’kesi hükmündedirler.

Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince:

Bu eser-i âlişan (…) Nur-u Mahz-ı Kur’ân olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envar-ı Muhammedîyi hamil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risâletin ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi, evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı ise, o nisbette âli ve emsalsiz olduğu Güneş gibi âşikâr bir hakikattır(10)

Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yok. “Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadımBen Rabbânî ve Kur’ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nûr’um (11)

“Risale-i Nur denilen otuzüç aded Söz, otuzüç aded Mektub, otuzbir aded Lem’alar, bu zamanda, Kur’ân’daki âyetlerin âyetleridir. Yani onun gerçeklerinin göstergeleridir. Onun hak ve hakikat olduğunun kesin delilidir. Kur’ân âyetlerinde yer alan inançla ilgili gerçeklerin gayet kuvvetli belgeleridir(12)

CEVAP
Kendi yazmış olduğu kitapları kutsallaştırıp bizzat kendisine Allah tarafında arş dan  kuranın indiği yerden inmedir diyor.
 Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için “Bu Allah katındandır” diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına. (Bakara:79)
Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiç bir şey vahyolunmamışken “Bana da vahy geldi” diyen ve “Allah’ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim” diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: “Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz” (dediklerinde) bir görsen.”(Enam suresi:93)
“Onlardan bir takımı da Kitab’ı okuyormuş gibi dillerini bükerler ki, siz onu Kitaptan sanasınız. Ama o Kitap’tan değildir. “Bu Allah katındandır” derler, hâlbuki Allah katından değildir. Onlar o yalanı Allah’a karşı, bile bile söylerler”. (Al-i İmran 3/78)
Görüldüğü gibi Said Nursi kendi yazmış olduğu Kitabın Semavi yani Kuranın indiği yüksek yerde indiğini söylemek dedir. Saidi nursi çok acık olarak Risaleyi Nuru Allah tarafından kendisine indirildiğini söylemek dedir. Allah tan yüksek Arş dan aldığını iddia ederek Kendi Peygamberliğini iddia etmiş oldu. Çünkü islama göre Allah cc kitapları ve suhufları sadece Peygamberlere ve resülerine indirmek dedir. Kim ki Peygamber olmadığı halde  Allah tan Arş dan yüksek yerinden kitap indirildiğini iddia ederse bu kişi Alemlerin Rabbine iftira etmiş dir. Ve yalancıdır. Saidi nursi Peygamber olmadığına göre söylermisiniz Allah tan kitap aldığını nasil idda edebilir ?
Allâme Alûsî (vefatı: 120 H.), “Tefsir’i Ruh’ul Meânî”de şöyle diyor: “Nebi kelimesi, rasûl kelimesine oranla daha yaygındır. O halde, Rasûlullah (a.s.)’ın ‘Hatem-en Nebiyyin’ olması bakımından ‘Hatem el-Mürselin’ yani rasullerin sonuncusu alması da lazım geliyor. Hz. Muhammed (a.s.)’in nebi veya rasûllerin sonuncusu olması, kendisinden sonra ister cinler ister insanlardan olsun, hiçbirinin nebilik, resûllük veya peygamberlik sıfatına sahip olamayacağı demektir”(13)
Rasûlullah’tan sonra vahiy veya peygamberlik iddiasında bulunan herkes kâfir olmaya mahkumdur. Bu hususla Müslümanlar arasında hiçbir ihtilaf yoktur(14)
Said Nursî ve talebeleri, bu sözleriyle aslında ilhamdan da öte şeyler ihsas etmektedirler. Ancak, biz burada sadece, açıkça iddia edilen “ilham” üzerinde duracağız.

Bilgi edinme yollarının belirlenmesi, akidevî bir konu olduğundan akait kitaplarında ele alınmış, bilgi edinme vasıtaları sıralanmıştır. İlhamın ise bunlardan olmadığı beyan edilmiştir:

Ömer Nesefî, Metnü’l-Akaid’de şöyle der:

İlham, hak ehli olanlara göre, bir şeyin sıhhatini bilme konusunda ilim elde etme vasıtası değildir(15)

Kelâm ilminde, sadece peygamberlerin ilhamı, bilgi kaynağı olarak kabul edilir (16)

Nebi’nin kalbine şeytanın attığı vesvesenin nesh ve izale olunması ve Allah Tealâ’nın kendi ayetlerini muhkem hâle getirmesi şarttır. Zira nebi, hak üzeredir. Muhaddesin kalbine doğan ilhama ise şeytanın birtakım şeyler sokuşturması ve bunların nesh ve izale edilmemesi, dolayısıyla içerisine düştüğü birtakım hatalarında devam etmesi mümkündür. Muhaddes, içine doğan fikirleri ve ilhamları peygamberin getirdiği şer’î ölçülere vurmak, yanlış olanlarından yüz çevirmek mecburiyetindedir. (17)

Hz. Ömer, ashab-ı kiram ile istişare eder ve bazen kendi görüşünü bırakıp onların düşüncesine katılır, bazen de ashap ona uyardı. Olur ki, Ömer bir söz söyler, ama bir Müslüman kadın kalkıp onun sözlerini reddeder ve gerçeği açıklar, Ömer de kendi görüşünden vazgeçip, bu kadının sözlerine hak verirdi. Meselâ, mehir miktarını belirleme meselesinde böyle olmuştu. Yine olur ki, o bir görüşe sahip olur, fakat o konuda kendisine Hz. Peygamber’den bir söz hatırlatılır, bunun üzerine hemen kendi görüşünü terk ederek bu sözle amel ederdi. Bazen bir şey söyleyip, kendisine “isabetlisin!” denildiğinde o: “Vallahi Ömer, gerçeğe isabet mi etti, yoksa yanıldı mı, bilmiyor!” şeklinde cevap verirdi.
İşte kendisine ilham olunan kimselerin en önde geleni böyle olduğuna göre, kıyamet gününe kadar, kendisine Rabbinin bir şeyler haber verip ilham ettiğini söyleyen her kalp sahibi, Ömer’den aşağı mertebede bir kimse olarak asla masun değildir. Tam tersine, bu durumda onların tamamı için yanılmak mümkündür. Her ne kadar bir grup, velinin Allah’ın koruması altında (mahfuz) olduğunu iddia ediyorsa da, bu böyledir. Onlara göre bu koruma, peygamberler için kabul edilen ismet (hata ve günahlardan korunmuş olma) sıfatının bir benzeridir ki, böyle bir iddia yanlıştır ve islama aykırıdır.


Bizden önceki ümmetlerde kendisine ilham verilenlerin varlığı kesindir. Böyle kimselerin bu ümmette (ümmet-i Muhammed’de) bulunması, ümmetlerin en faziletlisi olmakla beraber, (yukarıda naklettiğimiz hadiste) şart edatına bağlanmıştır. Çünkü, bizden önceki ümmetlerin onlara ihtiyacı vardı. Bu ümmet ise, Nebilerinin ve onun risaletinin kemalinden dolayı onlardan müstağnidir.Allah Tealâ, bu ümmeti Nebiden sonra, keşif, ilham, muhaddes ve rüya sahibi kimselere muhtaç kılmadı. Şart edatıyla yapılan bu bağlantı, ümmetin kemalinden ve müstağni oluşundandır, noksan oluşundan değil. Sıddık, muhaddesten daha kâmildir, çünkü sıddıklığın kemali; mana bağlılığı ile ilham, içe doğma, keşif gibi şeylerden müstağnidir. Çünkü, sıddık bütün kalbini, sırrını, içini-dışını Resulüne teslim etmiştir. Bununla o, diğer şeylerden müstağni olur.(18)

Bu konuda Hz. Ebu Bekir’in tavrı da Hz. Ömer’inki gibidir. Nitekim o da, “Kendi reyimi söylüyorum. Eğer isabet edersem Allah’tandır; hata edersem bendendir.” Demiştir.(19)

İbn Kayyım el-Cevziyye, İgasetu’l-Lehfan fi Mesayidi’ş-Şeytan adlı eserinde der ki:

Peygamberlerden başkaları, şahsî düşüncelerinde ve ilhamlarında hata da ederler, isabet de. Onların zan ve ilhamları, düşünceleri ve hatıraları, Allah’ın kulları için delil ve hüccet niteliği taşıyamaz. (20)
Cüneyd der ki: “Ebu Süleyman Daranî şöyle buyurmuştur: Bazen kalbime, sufilerin sözünü ettikleri cinsten nükteler gelir ve günlerce bekler. Ben onu, Kitaptan ve Sünnetten iki adil şahit, şahitlik etmedikçe kabul etmem.”

Ebu Zeyd el-Bistamî demiştir ki: “Kişiye pek çok kerametler verilse, hatta havaya bağdaş kurup otursa, sakın onun bu kerametine aldanmayasınız. Ancak, onun emir ve nehiyler itibariyle, şer’î hudut ve ölçüler bakımından nasıl olduğuna bakın, ona göre hüküm verin.”

(…) Seriyy es-Sakatî şöyle demiştir: “Bir kimse, ilmin sırrına ve bâtınına vâkıf olduğunu iddia eder, fakat hükmün zahiri kendisini yalanlarsa, elbette böylesi büyük bir hata içindedir.”

Yine Cüneyd şöyle demiştir: “Bizim bu mesleğimiz, Kitaba ve Sünnete uygunluk şartına bağlıdır. Kur’an’ı hıfzetmeyen, hadis yazmayan ve fıkıh ilmiyle meşgul olmayan bir kimse, kendisine uyulacak birisi değildir.”

         Ebu Bekir ed-Dekkak şöyle der: “Zahirde emir ve nehiylerin hududunu zayi eden bir kimse, bâtında kalbî müşahededen mahrum kalır.”

Ebu’l-Hasan en-Nurî şöyle der: “Bir kimsenin, şer’î ölçünün dışında kalan bir hâl sahibi olduğunu iddia ettiğini gördüğün zaman, sakın ona yakın olma! Yine bir kimse ki, kendisinin hâl sahibi olduğunu iddia eder, fakat şeriatın zahiri kendisini tasdik etmezse, öylesini de din ve maneviyatta muteber tutma!”

Ebu Said el-Harraz da bu hususta şöyle demiştir: “Zahirin desteklemediği her bâtın, batıldır.” 

el-Cerirî şöyle der: “Bizim bu mesleğimiz, bir tek cümlede toparlanır: Kalbin devamlı murakabe hâlinde bulunacak ve ilim zahirin üzerine kaim olacak!”

         Ebu Hafs el-Kebir ise şöyle demiştir: “Bütün fiil ve hâllerini Kitap ve Sünnet ile tartmayan ve şahsî zan ve hatıralarını itham etmeyen (şahsî görüşlerinde ve ilhamlarında hata kabul etmeyen) bir kimseyi, sakın manevî adamlar zümresinden saymayınız (21)

SAİD NURSİ’NİN ALLAH HZ ALİYE BİR TANE SAYFA İNDİRDİ İFTİRASI
“Hazret-i Cebrail, Sekine adıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam’ı, Peygamberimizin yanında Hz. Ali’nin (r.a.) kucağına düşürdü. Hz. Ali diyorki: “Ben Cebrail’in şahsını yalnız gök kuşağı şeklinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum”. İsm-i Âzamdan bahsederek bazı olayları anlattıktan sonra diyor ki:“Dünyanın başından kıyamete kadar ilimler ve önemli sırlar bize, tanıklık derecesinde açıldı. Kim ne isterse sorsun, sözümüzden şüpheye düşenler zelil olurlar.(22)
CEVAP

Said Nursi Bizzat Cebrail vasıtasıyla Hz Aliye de bir sayfa indirildiğini söylemek dedir. Şimdi Hz Ali peygamber olmadığına göre sadece bir  sahabe olduğuna göre Hz Aliye de Allah tarafında sayfa indiğini söylemek Allaha iftira değilmi?
Said Nursi Allah Hz Aliye bir sayfa  indirdi demekle Allaha çok acık bir şekilde iftirada bulunmuştur.Hiç şüphesiz Allah’a iftira atmak Allahın söylemediği  bir şeyi Allaha söyledi diyip Allah adına yalanlar uydurmaktır.   Said Nursi Allah Hz Aliye sayfa indirdi iddiasını  Allahın kitabına dayandırmadığı İçin Allaha iftira atmıştır. Allaha İftira atanlara Allah şöyle buyuruyor.

Bilgisizce, sırf insanları saptırmak için Allah’a yalan isnat eden kimseden daha zalim kim olabilir? Allah, şüphesiz, zalim kimselere hidayet etmez  En’âm, 144.
Artık bundan sonra kim Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzerse, işte onlar, zalim olanlardır. (Ali İmran Suresi, 94)
Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerin kıyamet günü zanları nedir? Şüphesiz Allah, insanlara karşı büyük ihsan (Fazl) sahibidir, ancak onların çoğu şükretmezler. (Yunus Suresi, 60)
Allaha karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? İşte bunlar, Rablerine sunulacaklar ve şahidler: “Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır” diyecekler. Haberiniz olsun; Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir. (Hud Suresi, 18)
Said Nursiye göre bu sayfa öyle bir sahife ki, içinde dünyanın başından başlayıp, kıyamete kadar olan ilimler ve önemli sırlar bu sayfada  yer alıyor.  Aslında baktınız da Bu bir sahife değil,  çok büyük bir kitap olması gerekir.Tek bir  sayfada kıyamete kadar olup biten her şeyin yazılması mümkün değil dir. Böyle sihirli  bir sayfa anca Masallarda çizgi  filmlerde hayali şeylerde ola bilir.    Cebrail’in Ali’ye böyle bir kitap verdiğini kabul etmek, onu Peygamber saymaktır. O kitapta var olduğu söylenen ilim ve sırları Peygamberimizin bilmediği kesin olduğu için Ali ondan üstün bir konuma getirilmiş olur bu şekilde.
“Vay o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra “bu Allah katındandır” derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır . Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” (Bakara 2/79)
Said Nursî; uydurulmuş, düzülmüş metinleri vahye izafe etmeye oldukça meraklıdır. O, bir şeyin vahiy olup olmadığı konusunda ilmî disiplinden ve ciddiyetten o kadar uzaktır ki, işine gelen her metni vahiy diye takdim etmeye hazırdır. Ne üdüğü belirsiz bu sahife nerededir?Hz. Peygamber’e vahiy olarak gökten, yazılmış hiçbir metnin inmediği Müslümanlarca bilinen ve üzerinde ittifak edilen bir konu iken, bu öyle bir uydurmadır ki, içinde hem vahye, hem vahyedene hem de vahyedilene karşı saygının kırıntısı bile yoktur. Vahyin tek muhatabı Hz. Peygamber olduğu hâlde, hem de onun huzurunda, getirdiği yazılı bir vahiy metnini Cebrail (a.s.)’e Hz. Peygamber’in değil de Hz. Ali’nin kucağına düşürttüren bu uydurukçuların alçaklıkları ve hain ve pis emelleri o kadar barizdir ki, Hz. Ali’nin değil Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamber olduğuna inanan her Müslüman bunu fark eder. Allah, bu kezzap ve deccalları kahretsin! (23)
Böylece Said Nursî’nin; adları Bâtınî, Rafızî, Hurufî, Karmatî kardeşlerinden sonra Gurabî (24)

adında bir kardeşi daha olduğunu öğrenmiş olduk…

Evet, Said Nursî’nin bu sözleri onun bir Şiî, hem de Gulâttan bir Şiî olduğunun en açık göstergesidir. Bu fırkaya Gulât denmesi, Hz. Ali konusunda aşırılığa gitmelerindendir. Ona bir taraftan ulûhiyet, bir taraftan nübüvvet ve bir taraftan da nübüvvette ortaklık nisbet etmektedirler(25)

Bilgisizce, sırf insanları saptırmak için Allah’a yalan isnat eden kimseden daha zalim kim olabilir? Allah, şüphesiz, zalim kimselere hidayet etmez  En’âm, 144.


                   SAİD NURSİNİN ÖLÜLERDEN YARDIM İSTEMESİ
Said Nursi çevizlerini kaybetiği zaman Abdül Kadir Geylaniyi yardıma çağırması
Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında, ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylânî” derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acaiptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuşsam, zât-ı Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu. (26)

Abdül kadir Geylani bir Şiirinde şöyle buyuruyor.
” Garbda beni çağırdığı vakit onun imdadına yetişeceğim”
Evet Doğrudur.  Arabi tarih ile bin üçyüz otuz dokuzda,müdhiş bir buhranı ruhi ve dehşetli bir heyecanın kalbi ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikri geçirdiğim sıralarda,pek şiddetli bir surette  Hazret-i Gavs dan istimdat (yardım ) eyledim. Bir-iki yerde bahsettiğim gibi, ”Fütuhul Gayb) kitabı ile ve Dua ve himmetiyle imdadıma yetişdi ve o buhranı geçirdim…(27)
İlm-i Cifirle manasına: ’’ Ya Said ! Ahir zamanın fitnelerine yetişip düşdüğün zaman,dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşallah senin her şeyinde ve her işinde uzun bir zamanda, yani tufiyet zamanında ta ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar. Yani bin ikiyüz doksan dörtten, ta,bin üçyüz kırkbeş, belki altmış dörde, daha ziyade  bir zamana kadar Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim. (28)
RUS SAVAŞINDA ABDÜL KADİR GEYLANİNİN KENDİSİNE YARDIM ETİĞİNE İNANMASI
Keramet-i Gaybiye-i Gavsiyenin işârâtını teyid eden üç remizBirinci remiz:  ilm-i cifir itibarıyla, makam-ı ebcedî hesabıyla, bin üç yüz otuz altıyı gösterir. Demek Hazret-i Gavs, “Bu tarihte, istikbalde gelecek müridini emr-i İlâhî ile muhafaza ederek” diyor. Evet, bu biçare Said dahi diyor: Nev-i beşere gelen en büyük bir musibet, Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere mâruz kaldım. Hazret-i Gavs’ın gösterdiği Arabî tarihte veya az evvel harika bir surette kurtuldum. Hattâ bir defa, bir dakikada üç gülle öldürecek yere mukabil bana isabet ettiği halde tesir etmediler. Bitlis’in sukutunda, bir miktar talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar, her tarafta el ele ateş edildi. Dört tanesi müstesna, bütün arkadaşlarım şehid olduktan sonra, taburun dört sıralarını yardık; yine onların içinde bir yere girdik. Onlar, üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi görmüyordular. Otuz saat, o halde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı İlâhî ile istirahat-i kalb içinde muhafaza edildim.Bunun gibi müteaddit tehlikede Hazret-i Gavs’ın gösterdiği tarih-i Arabî itibarıyla, hakikaten bir hıfz-ı İlâhî içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenab-ı Hak o kudsî üstadımı, bir melâike-i sıyanet gibi bana muhafız kılmış.(29)
CEVAP
Görüldüğü gibi Said nursi Ölmüş insanlardan yardım isteyerek Allaha açıkça şirk koşmuştur.
Güç yetirilemeyen konularda başkasından yardım alınabilirse artık kim Allah’a sığınır? Yani Allaha dua edip yardım istemenin ne anamı ola bilir ki artık hazır Ölmüş evliyalar durur ken Allaha haşa ne ihtiyaç var ki tasavvuf inancının  dua da Allah’ı devre dışı bırakmalar bu şekilde oluyor. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi
yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az   düşünüyorsunuz..”(Neml 62)

Onların Allah’tan başka dua ettikleri ise, hiç bir isteklerine cevap veremezler. Böylesi, ağzına gelsin diye avuçlarını suya doğru uzatan, fakat ona bir türlü ulaşamayan kimseye benzer.” (Ra’d 114)


“Allah’tan başka kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırıp durandan daha sapık kim vardır? Hâlbuki o kimseler, bunların dua ve çağırılarından habersizdirler. Nitekim insanlar haşrolundukları zaman onlar, kendilerini çağırıp duranlara düşman olurlar ve bunların kendilerine ibadet edegelmelerini (bildiklerini) reddederler.” (el-Ahkâf, 5-6.)
“Ondan başka çağırıp durduklarınız bir çekirdek lifine bile sahip değillerdir. Eğer onları çağırsanız, çağırışınızı işitmezler. Faraza işitseler bile, size karşılık veremezler. Kıyâmet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. (Bu gerçeği) Sana, herşeyden haberi olan (Allah) gibi hiç kimse haber veremez.” (el-Fâtır, 13-14.)
Allah’tan başka yalvardıkları hiçbir şey yaratamazlar, zaten kendileri yaratılmışlardır. Onlar ölüdürler; diri değil. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler Nahl, 20-21.
“De ki, Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım onlar, sıkıntınızı ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.Çağırıp durdukları bu kimseler de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahmetini umar,azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.” (isrâ 56–57)
Allah cc Allah tan başka yalvardıklarınızın diri değil de Ölü olduklarını bizlere bildirmek dedir. Şimdi Allah cc kuranı kerimde Ölülerden yardım istemeyi yasaklarken Saidi Nursinin cevizlerini kaybediği vakit Abdül Kadir Geylani den yardım  istemesi kuranın Hangi ayetine uygun düşer?. Oysa Allah cc Allah tan başkasından ölülerden yardım istemeyi kesinlikle yasaklamıştır.

Ve Allah’dan başka, sana faydası da, zararı da dokunmayacak olan şeylere yalvarma! Eğer yalvarırsan, o zaman hiç şüphesiz sen zalimlerden olursun.Ve eğer Allah, sana bir zarar dokunduracak olursa, onu O’ndan başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zaman da O’nun hayrını engelleyebilecek kimse yoktur. O, lütfunu dilediği kuluna nasip eder. Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir. Yunus 106-107

İnsanın kendisini yoktan var eden büyüten öldüren yaşatan zor durumda kendisine yardım edeceği bir yaratıcısı  durken tutup Allahın öldürdüğü varlıklardan yada fani şeylerden bu anlamda yardım talebinde bulunması ne kadar aciz bir  durum. Bu Allahı hakkıyla idrak edememekten kaynaklanıyor. Yani eğer insanlar saidi nursiyi burada kendilerine örnek alacak olurlarsa artık Dua edikleri zaman Allaha dua edip Allah tan yardım isteyeceklerine Ölmüş evliyalardan istemeleri gerekir .
Yani Said Nursi küçükken Cevizlerini kaybettiği vakit Abdül kadir geylaninin Himedi yardımıyla cevizlerini bulduna göre  Artık İnsanlar bişeylerini kaybedikleri zaman Allahı bırakıp Ölmüş bu insanlardan  yardım istemeleri gerekir. bu ne kadar mantıksız bir düşünce o zaman Allah cc bu şekilde  devre dışı bırakılmış olmuyor mu  ?. İnsanların Allaha dua etmesinin ne anlamı kalıyor bu şekilde kulluk bilincini devre dışı bırakan bu inanç Allah tan başkasına  kulluk yapmayı getirtiyor.
Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.   (Bakara  186)
Eğer onlara dua ederseniz, duanızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet gününde ise, sizin şirk koşmanızı tanımayacaklardır. (Bunu her şeyden) Haberi olan Allah gibi sana (hiç kimse) haber vermez.   (FATIR SURESİ  14)

Rasûlullâh İbn Abbâs’a (68/687) hitâben şöyle buyurmuştur: “(Bir şey) İsteyeceksen sadece Allah’tan iste! (Birinden) Yardım dileyeceksen sadece Allah’tan dile!” (30)


Ebî `Âsım, el-Hâkim ve diğerleri, Abdullâh b Abbâs’tan)
İmâm Ebû Hanîfe (150/767) ve İmâm Ebû Yûsuf (182/798) şöyle demişlerdir: “Nebîlerinin ve rasûllerinin hakkı için (hürmetine senden istiyorum ey Rabbim!), diye dua edilemez. Çünkü yaratılmışın yaratan üzerinde hiçbir hakkı yoktur.” (31)
Bu noktada,söz konusu niyaz ve yardımı beklenen ilahın keyfiyetinin iyice anlaşılmasını gerekli görüyorum.Eğer ben susayıp ta su getirmesi için hizmetçimi veya hastalanıp beni tedavi etmesi için doktoru çağırıyorsam;ne bu çağırma niyaz olarak nitelendirilebilir ve ne de bu,hizmetçi ya da doktoru ilahlaştırmak manasına gelir. Çünkü bütün bu olanlar sebep ve sonuç zinciri içerisinde gerçekleşmektedir,dışında değil.Ancak eğer ben susuzluk hali ya da hastalık durumunda hizmetçi ya da doktoru çağırmak yerine,herhangi bir veli ya da putu yardımıma çağırırsam, bu tabii ki onları ilahlaştırmak ve onlara dua etmek olur.Çünkü,benden yüzlerce kilometre uzakta bir kabirde istirahat etmekte olan veliyi yardımıma çağırmam,onun bu haliyle beni duyup işittiğini kabul ettiğim manasına gelir.Bana göre,o,sebepler alemine hükmetmektedir ve bu yüzden de bana su yetiştirmeye ya da hastalığımı gidermeye kadirdir.Aynı kıyastan hareketle böyle bir durumda herhangi bir putu yardıma çağırmak da onun su,sıhhat ya da hastalık üzerine hakimiyeti olduğu ve olağanüstü bir şekilde benim gereksinimimi karşılamak için sebepleri harekete geçirebildiği manasına gelir.O halde kendisine niyaz etmeyi gerektiren ilah kavramı hiç şüphesiz olağanüstü bir otorite ile birlikte olağanüstü güçlere sahip olma düşüncesini de beraberinde getiren bir kavramdır.(32)
SAİD NURSİ NURCULAR KABRE İMANLA GİRERLER, CENNETLİKTİRLER SÖZLERİ
Said Nursi  Risaleyi nurlar etrafında toplanan Nurcuları cennetle Müjdelemekten çekinmiyor. Evet Nurcu olanlar Said Nursiye göre Cennete gireceklerdir. Bakın Şu sözleriyle Nurcuların cennet ehli olduklarını müjdelemektedir.Birinci Mesele: Birinci Şua da bir iki ayetin İşraretin de Risalei Nurun sadık Talebeleri iman ile kabre gireceklerini ve ehli Cennet olacak larını Kudsi bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gözterilmiş dir. Fakat bu pek büyük meseleye ve cok kıymetdar işarata tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim Çok tan beri muntazırdım Lillahilhamd iki emare bir den kalbime geldi. (33)

Kuraniyede İfade eder ki Risalei Nur dairesi içine girenler tehlike de olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve cennete gidecekler diye müjde veriyorlar. Evet bazı vakit olur ki bir nefer gördüğü hizmet için bir müşrin fevkine çıkar binler derece kıymet alır. (34)

işaret ve beşaret-i Kur’aniyede ifade eder ki: “Risale-i Nur dâiresi içine girenler, tehlikede olan îmanlarını kurtarıyorlar ve îmanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler.” diye müjde verirler. (35)

Birinci Neticesi: Sadakat ve kanaatla Risale-i Nur dairesine giren, îmanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var. (36)

Kerametkârane ve takdirkârane İmam-ı Ali’nin (R.A.) üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i Gavs-ı Âzam’daki (K.S.) tahsinkârâne ve teşvikkârâne beşareti ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan’ın kuvvetli işaretle o hâlis şâkirdler ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek kat’î isbat ederler…(37)

CEVAP :

Görüldüğü gibi Said Nursiye göre Nurcular cennete girceklerdir.. Kendi yazmış olduğu kitapların etrafında toparlanıp o cemate mensup olacak insanların cennetle Müjdeleyen Said Nursi  bur da çekinmeden Allaha büyük iftiralar atmaktadır. Hiçbir insan kendi mensuplarının cennete gir çeklerinin garantisini veremez. Bu  Allaha açıkça atılan bir  iftiradır.Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz. (Mearic 28)

Hiçbir kimse Allah’ın azabından emin değildir. Yani “filan adamı Allah yakmaya-çaktır” diyemeyiz. Şunu deriz. Allah gerçek mü’minleri yakmayacaktır. İsim vererek bunu söyleyemeyiz Biz hep cenneti ümit edeceğiz  ve cehennemden sakınacağız. Yani “havf ile reca” arasında olacağız.

Bu Konuda Allah resülün Hadislerine bakalım  bu Konuda Allah resülü Ne buyur mak dadır. Osman bin Muzun öldüğünde Hanımının Kuş Oldu cennete uçtu Demesesine karşı çıkan Hz Muhammed şöyle buyurmuştu Ben Allahın Resullü olduğum Halde bilmiyorum Sen Onun Cennetlik olduğunu nereden biliyorsun.  (38)
İnsanların en Hayırlısı o Yüce Ashaba bile Allah resülü şu cennete girdi demeyi yasaklarken Saidi nursi Nurcuların Cennete gireceklerini nasıl söyleye bilir.
Ensar’dan Ümmü’l-alâ  diyor ki, muhacirlere kur’a çekilince bize Osman b. Maz’ûn düştü. Onu evlerimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yıkandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem  içeri girdi. O sırada dedim ki, “Ebu’s-Sâib Allah sana rahmet eylesin. Allah’ın sana gerçekten ikramda bulunduğuna şahidim.” Bunun üzerine Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Allah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?” Dedim ki, “Babam sana kurban ey Allah’ın Elçisi Allah ya kime ikram eder?” Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki, “Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekliyorum. Ama ben Allah’ın Elçisi olduğum halde nasıl karşılanacağımı vallahi bilmiyorum.” Ümmü’l-alâ dedi ki, “Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem (39)
Bana bir zad el-Minhal b.Amr dan o da İbnu Abbas tan rivayet etti. Hz peygamber  Benim ümmetimin en şerlileri ben ateşte değil cennete olacağım diyenlerdir.(40)
Ebu Zübyan dan bana rivayet edildiğine göre Hz Peygamber : Ümmetimden müteelli olanların vay haline buyurdu. Meteellinin kim olduğunu söyleyince  Onlar Filan Kimse cennete Filan Kimse de cehennem de dir diyenlerdir.(41)
Kendi mensuplarını cennete gideceklerini söyleye bilecek kadar ileriye gitmek de Said Nursi bu sözlerle.
SAİD NURSİYE GÖRE MAZLUM KAFİRLER AHİRETE MÜKAFATLANDIRILCAKLAR.

Bir zamanlar,Eski Harbi-I Umumi’de, düşmanların ehl-I İslama ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteelim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikka ziyat ziyade olduğundan tahammüllim haricinden azab çekerdim.
Birden kalbime geldiki: O maktul masumlar şehid olup  veli olurlar: Fani Hayatları,baki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup, baki bir mal ile müdabele olur.
Hatta o mazlumlar kafir de olsa, ahirete kendilerine o dünya evi afattan çektikleri belalara mukabil rahmet-i ilahiyenin hazinesinden öyle mükafatar vaarki : eğer perde-I gayb açılsa,o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, ’’Ya Rabbi ! Şükür Elhamdülillah ’’ diyeceklerini bildim ve kati bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-I şefkatten gelen şiddetli teesür ve elemden kurtuldum. (42)

Birden ihtar edildiki: Böyle Musibetlerde kafirde olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükafat vardır ki,o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-I semaviye, ma’sumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç dört aydır ki, Dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiç haberim yokken Avrupa’da Rusya’da ki çoluk cocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevi ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elim şefkate bir merhem oldu. Şöyleki: O musibet-I semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felaketen vefat eden ve perişşan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükafat-I maneviyeleri o musibeti hiçe indirir.
On beşinden yukarı olanlar eğer masum ve mazlum ise mükafatı büyüktür, belki onu cehennem’den kurtarır. Çünkü Ahir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-I Muhammediye (A.S.M) bir lakaydlık perdesi gelmiş ve madem ahir zamanda Hazret-I İsanın ( A.S) dini-I hakikisi hükmedecek,İslamiyetle omuz omuza gelecektir.
                    Elbette  şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-I İsaya mensub Hırıstiyanların mazlumları çektikleri felaketler,  onlar hakkında bir nevi Şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zalimlerin cebr ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar (43)

Kardeşlerim,Ehl-i vukuf raporundan anlaşılıyor ki, Risale-i Nur, bize karşı bütün muarız tâifeleri mağlûp ediyor ki, Hüccetullahi’l-Bâliğa ve İhtiyar ve İhlâs Risalelerini tekrarla nazar-ı dikkati celb ediyorlar. Hem gayet sathî ve cevapları pek zâhir ve güya müteassıbane hocavâri tenkitleri ve hiç münasebeti olmayan ve hakikî mutabık olan meseleleri anlamadan “mâbeynlerinde tezat var” demeleri ve risalelerin yüzde doksanını tamamıyla çekinmeyerek tasdik ve takdirleri ve teslimleri Hücumat-ı Sitte Zeylinin pek şiddetli bir surette yeni icadlara fetva verenleri cerh ve tezyif etmesine mukabil, yalnız “nezahet-i lisaniye” demişler. Ve dinsizler tarafından öldürülen mazlum ve dindar Hıristiyanlar âhir zamanda bir nevi şehid olabilir dediğimi, baş açık namaz kılmak ve Türkçe ezan okumaya Zeylin şiddet-i hücumunu zıt göstermeleriyle iktifa etmeleri, kat’iyen onların Risale-i Nur’a karşı mağlûbiyetlerini gösteriyor kanaatini veriyor. (44)
Said Nursî
fetret derecesinde din ve dîn-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lakaydlık perdesi gelmiş ve madem ahirzamanda Hazret-i Îsa’nın (a.s.) dîn-i hakîkisi hükmedecek, İslamiyetle omuz omuza gelecek; elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan Hazret-i Îsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumlarının çektikleri felaket, onlar hakkında bir nevî şehadettir, denilebilir. Husûsan ihtiyarlar ve musîbetzedeler, fakir ve zaifler, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musîbet çekiyorlar. Elbette o musîbet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber; yüz derece onlara kardır diye hakîkatten haber aldım. Cenab-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükrettim. Ve o elîm elemden ve şefkatten tesellî buldum.
Eğer o felaketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan alemine ateş veren hodgam, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.Eğer o felaketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı dîniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukûk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise; elbette o fedakarlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür, o musîbeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir. (45)

CEVAP :

Görüldüğü gibi Said nursiye göre savaş da ölen mazlum Hıristiyanların Müslüman olarak öldüklerini söylemektedir. Mazlum olmaları onların şahadetlerinin delileri ola bileceklerini söylüyor. Oysa bu  görüşlerin  tek bir kaynağı yok tur. Kuranda ve hadis kitaplarında böyle olacağına dahil tek bir delil yok.

Bakın bu konuda Allah kendisine şirk koşan Hıristiyanların akidesini bizlere bildirmektedir şu ayetlerle

“‘Rahman çocuk edindi’ dediler. Andolsun ki, siz pek kötü cür’ette bulundunuz! Nerdeyse o (sözün dehşeti)nden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacaktı. Rahman için çocuk iddia ettiklerinden ötürü. Çocuk edinmek Rahman’a yakışmaz. Meryem, 88-92.

Şurası muhakkaktır ki, ‘Meryem’in oğlu Mesih, Allah’ın ta kendisidir’ diyenler küfre girmişlerdir. Mâide, 5/17.
“(Hristiyan) fırkalar (kimi: İsa Allah’ın oğludur, kimi: Allah ile beraber bir tanrıdır, kimi: Allah’ı oluşturan üç esastan biridir diyerek) aralarında ihtilâf etmişlerdir. O büyük günün azabını görecek olmaları dolayısıyla vay o kâfirlerin hâline!” Meryem, 19/37

“Allah’ın, Meryem oğlu Mesih olduğunu söyleyenler, muhakkak küfre girmişlerdir. Hâlbuki Mesih, ‘Ey İsrailoğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin! Zira, her kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılar ve varacağı yer de ateş olur. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.’ demişti. ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler elbet kâfir olmuşlardır. Oysa, yalnız bir Tanrı vardır, başka Tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere acı bir azap dokunacaktır Mâide, 5/72-73.

“İslâm’dan başka bir din arayandan, (bu din) asla kabul edilmeyecektir. O, ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır Âl-i İmrân, 3/85.

Kâfir olarak ölenlerin bütün amelleri dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.Bakara, 2/217.


“Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?”A‘râf, 147.
Küfredenler ise, yüzükoyun düşüş onların olsun! (Allah) onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu, onların, Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmamaları sebebiyledir. Allah da onların amellerini heder etmiştir. Muhammed, 8-9

Kadı Iyaz diyor ki: Kâfirlere amellerinin fayda vermeyeceğine, bunlardan dolayı sevap görmeyeceklerine, azapları da hafifletilmeyeceğine icma-ı ümmet mün’akıt olmuştur. Lâkin, suçlarına göre küffarın azapları birbirinden şiddetli olacaktır. (46)
Sahih-i Müslim’in İman Bölümü’nde 92. Bap “Kâfir Olarak Ölene Hiçbir Amelin Fayda Vermeyeceğine Delil Babı”dır. Bu bapta nakledilen hadis de şöyledir:

Aişe (r.anhâ) şöyle dedi:

-Ey Allah’ın Elçisi, İbn Cüd’an cahiliye devrinde akrabasına yardım eder, fakirleri doyururdu. Acaba bunlar ona bir fayda verir mi? dedim. O:

-Hayır, fayda vermez. Çünkü, o bir gün bile “Ya Rabbi, din gününde benim günahlarımı mağfiret eyle” dememiştir, buyurdu.(47)

“Ey kitap ehli, biz bazı yüzleri silip arkalarına döndürmeden, ya da cumartesi adamlarını lânetlediğimiz gibi onları da lânetlemeden önce, yanınızdakini doğrulayıcı olarak indirdiğimiz (Kitab)e iman edin.” (Nisâ, 4/47)

“Kitap ehlinden ve müşriklerden (Hakk’ı) tanımayanlar, kendilerine açık delil gelinceye kadar (bulundukları hâlden) ayrılacak değillerdi. (İşte o delil), Allah tarafından (gönderilmiş) tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir. O sahifelerde doğru yazılmış hükümler vardır. Kitap ehli, ancak kendilerine açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler. Oysa kendilerine, dini yalnız Allah’a halis kılarak, Allah’ı birleyenler olarak ona kulluk etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur. Kitap ehlinden ve (Allah’a) ortak koşanlardan kâfir olanlar, cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar halkın şerlileridir. İnanan ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır.” (Beyyine, 98/1-7)
Nur Risaleleri’nin birçok yerinde Avrupa ülkelerinde Müslümanlığı kabul etmiş kişilerden söz edilmekte, adları ve İslâm hakkındaki sözleri nakledilmektedir. O hâlde, nerede kaldı fetret devri?

Hristiyanların türlü türlü şirk ve küfürleri vardır. Onların cehenneme girmesini istemeyen, çektikleri sıkıntılar ve savaşlarda öldürülmeleri gibi sebepler yüzünden onları “şehit” olmakla tavsif eden biri; bunu onlara “şefkat ve rikkatinden dolayı söylediğini” iddia ediyorsa, gerçek şefkat ve rikkatin ne olduğunu bilmiyor demektir. Çünkü, hiç kimse, Allah’tan daha fazla kullarına şefkat ve rikkat edemez. Hristiyanların hükmü sabit olduktan sonra, bu hükme karşı “elim bir elem” duyan Said Nursî’ye mümkün olsa da kendi sözlerini hatırlatsak:(48)

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“(…) Kıyamet günü bir tellâl: ‘Her ümmet neye ve kime tapıyor idiyse onun ardına düşsün!’ diye ilân edecek. Bunun üzerine Allah’tan başka şeylere, putlara, heykellere, dikili taşlara tapagelen ne kadar müşrik varsa, onlardan hiçbiri geri kalmaksızın cehennemin içine dökülürler. Artık ortalıkta yalnız Allah’a ibadet eden gerek salih, gerek facir kimselerle, kitap ehli bakiyelerinden başka kimse kalmayınca, Yahudilerden geri kalanlar çağrılacak ve onlara:

-Siz kime ibadet ederdiniz? diye sorulacak. Onlar:

-Biz, Allah’ın oğlu Uzeyr’e ibadet ederdik, diye cevap verecekler. Bunun üzerine onlara:

-Yalan söylüyorsunuz, Allah hiçbir eş ve çocuk edinmedi, denilecek.

-Şimdi siz ne istersiniz? diye sorulacak. Onlar da:

-Ey Rabbimiz, çok susadık, bize su ihsan et, diyecekler. Bunun üzerine onlara:

-Haydi şu başına gelmez misiniz? diye işaret olunacak.

Akabinde onlar bir araya getirilip, cehenneme doğru sevk olunacaklar. O cehennem ateşine ki, onların görüşünde yalımları birbirini kırıp geçiren serap gibi görünecek ve onu su zannedip birbiri ardınca ateşin içine dökülecekler. Sonra Hristiyanlar çağrılacak. Onlara da:

-Siz kime tapardınız? diye sorulacak. Onlar da:

-Biz, Allah’ın oğlu İsa’ya ibadet ederdik, diyecekler. Onlara da:

-Yalan söylüyorsunuz, Allah hiçbir eş ve oğul edinmiş değildir, denilecek ve ‘Ne istiyorsunuz?’ diye sorulacak.

Onlar da, kendilerinden evvelki Yahudilerin su isteyip cehenneme sevk olunmaları gibi cehenneme sevk olunacaklar.(49)

Aslında, “şefkat, rahmet” olarak takdim edilen “Hristiyanların da şehid sayılabiliceği” görüşünün arka plânında çok daha çirkin ve gizli emeller yatmaktadır. Bu görüş, İslâm’ın ilk zamanlarından günümüze kadar Müslümanları ayakta tutan “şehadet” kavramını sırtından bıçaklamaya yöneliktir. Bu ümmet, tarih boyunca Hristiyanlarla savaşmış, dinini ve toprağını haçlı çapulcularına karşı ancak “şehit” kavramıyla korumuştur. Şimdi ise “hakikat” diye sunulan ve gerçekte ise ihanetten ibaret olan “Hristiyanlar da şehid olabilir” telâkkisiyle, Müslümanın zihninden “şehadet-şehit” mefhumu silinmek ve Hristiyanlar karşısında Müslümanları savunmasız bırakmak istenmektedir. Müslüman, şehit olabileceklerle nasıl savaşacaktır?

“Ey iman edenler, Yahudileri de, Hristiyanları da kendinize yâr (ve üstünüze hâkim) edinmeyin! Onlar (ancak) birbirinin yâranlarıdırlar. İçinizden kim onları dost (ve hâkim) edinirse o da onlardandır. Şüphesiz, Allah o zalim güruhuna muvaffakiyet vermez.” (Mâide, 51)
Haşiye1: Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar. (50)

Şimdi de Nur Risaleleri’ndeki şu ibretamiz ibareleri okuyalım:

BİR DERECE MAHREMDİR. (…) Hem Salâhaddin’in, Asâ-yı Musa’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz: “Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki, her halde şimâl cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hürmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.” Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.(51)

Burada Nur Risaleleri’ndeki bir çelişkiye de değinmek istiyoruz. Şöyle ki: Said Nursî, Nur Risaleleri’nin tüm uğraş alanının küfr-ü mutlaktan (ateizm, materyalizm ve komünizmden) ibaret olduğu, oysa Allah inancının insanda fıtrî olduğu, dolasıyla Nur Risaleleri’nin takdim edildiği kıymeti haiz olmadığı yolunda eleştirileri şöyle cevaplıyor:

(…) bâzı mu’terizler Risale-i Nurun kıymetini bir derece kırmak için demişler: “Herkes Allah’ı bilir. Âdi bir adam, bir veli gibi Allah’a îman eder” diye Nurların pek yüksek ve pek çok kıymetdar ve gayet luzumlu tahşidatını ziyade göstermek istemişler.

Şimdi, İstanbulda -daha dehşetli bir fikirde- anarşi fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risale-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muhtac olduğu îmanî hakikatlarına ihtiyacı düşürmek desisesiyle diyorlar ki: “Her millet, herkes Allah’ı bilir. O’nu, daha yeni ders almağa ihtiyacımız çok yok.” diye mukabele etmek istiyorlar. Halbuki Allahı bilmek, bütün kâinata ihata eden Rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î îman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve lâ îlahe illâllah kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına îman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var.” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hattâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşey’in yanında hâzır, irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allaha îman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî cehennemin dünyevî ta’zibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.


Evet, inkâr etmemek başkadır, îman etmek bütün bütün başkadır.

Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayt kalır. Fakat O’na îman etmek Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, O Hâlikı, sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o îmandan hissesi olmadığına delildir.(52)
Ne kadar doğru…

Bu ibarelerden bir-iki sayfa sonra ise şöyle diyor:
(…) Şimdi ehl-i îman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhânîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor.(53)
Peki, Müslümanların Hristiyanlarla aralarındaki ihtilâfın aslı nedir? Yukarıda kalınlaştırarak naklettiğimiz cümlelerde özetlenen meseleler değil mi? Biz, nasıl olur da Kur’an’ın “nazara aldığı”, Allah’ın ulûhiyetiyle ilgili, Hristiyanların şirk ve küfürleriyle ilgili, Allah’ın elçileriyle ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’le il