24 Eylül 2013 Salı

TARİKATLAR SAPTIRMALARI...İBN-SEBENİN TORUNLARI

1-TARİKATLAR SAPTIRMALARI...İBN-SEBENİN TORUNLARI

Yazdır
Düzenle
Yayınlanma: Çarşamba, 24 Nisan 2013

 O KADAR ÇOK TARİKAT VARKİ,SEN KARDEŞİM SEN BU TARİKATLARIN SENİ NERDE NASIL KANDIRACAĞI BELLİ OLMADIĞI İÇİN SEN KENDİ İSLAM DİNİNİ ALLAH'IN İSTEMİŞ OLDUĞU GİBİ ÖĞREN .ALLAH'A DAYAN GERİSİ VASA VİSO .BENİM TAFSİYEM ŞU AŞAĞIDAKİ LİNK.


ALLAH YARDIMCINIZ OLSUN.İNŞALLAH.
“Rabıta bir müridin, mürşid-i kâmilinin ruhâniyetiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir. (Ruhu’l-furkan, c,II, s.64.)

İnabeden, rabıtadan gayrisi zelillik sayıldı. Kulu Allah’ın rızasına kavuşturmaya inabe, rabıta en büyük sebeptir. Başka sebepler aramak zelilliktir, gereksizdir, boşunadır. Mamud Ustaosmanoğlu Sohbetler Sayfa 336-Siraç Kitabevi, İstanbul-1995
RABITA NEDİR ?
Rabıta,bir müridin, mürşid-i kamilinin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir. Çünkü mürşit,yetiştirme ,yardım etme,feyiz verme,kemale erdirme ve tebliğ duyurma da Efendiz in vekilidir. İşte bu mana Allah,için ve Allah uğrunda şeyhe karşı olan tam bir muhabbetten ibarettir. Zira Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Selem) bizimle Allah’u Teala arasında vasıta olduğu gibi,mürşit de bizimle efendimiz ( Sallallahu Aleyhi ve Selem) arasında vesiledir. Ve o bizi hak yola ve Allah-u Tealanın zikrine irşat edendir. Ona karşı olan bu sevgi vacip olan bir iştir. Çünkü ’’ Allah yolunda sevmek ve Allah yolunda buğzetmek vaciptir.’’ (Ruhu’l-Furkan, c. II, s. 64)

İkinci edep rabıta edebidir. Bunun kemale (en üstün derecesi) iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin ruhaniyetinin yüzüne hatta gözünün arasına bakmaktır. Zira orası feyiz kaynağıdır. Ondan sonra mürşide karşı kendini alçaltarak,son derece tevazu ilFe yalvarmak ve onu Mevla ile kendi arana vesile kılmak üzere ,mürşidinin ruhaniyetinin hayal hazinesine girip oradan kalbine ve derinliklerine yavaş yavaş indiğini düşünüp seninde peşinde yavaş yavaş oraya oraya aktığını ve indiğini hayal ederek ,şeyhini kendi nefsinden geçinceye kadar hayal gözünden kaybetmeyesin.
Zira kalbin derinliğine son yoktur ve seyr-i ilallah (Arşın üstüne kadar olan manevi yürüyüş) kalp den hasıl olur.. Eğer cemi vukuf (kalbin bütün yönelişleri) bu rabıtayla olsa , kalbin derinliklerine inmek daha süratli olur. (Ruhu’l-Furkan, c. II, s. 79)


Şeyhul-İslam İbn Teymiye (Rahimehullah) vahdet-i vücut düşüncesine şiddetle karşı çıktı ve bu düşüncenin davetçilerini din adına dinsizliğin propagandasını yapmakla itham etti. O, yaşadığı dönem olan hicri 7. yüzyılda bu düşüncenin tevhid dinini yok etmek için zındıklar tarafından hazırlanmış çok tehlikeli bir tuzak olduğunu farketti ve bu tuzağı boşa çıkarmak için büyük çaba sarfetti. Şeyhulislam’ın Vahdeti Vücudçulara yazmış olduğu muhtelif reddiyeler Külliyatın ikinci cildinde bir araya getirildi. Aşağıda bu kitaptan önemli bazı alıntılar nakledeceğiz. Bu eser, günümüzde de önemini korumaktadır. Zira günümüzde vahdeti vücud akidesi dünya çapında filmler, kitaplar hatta müzik vasıtasıyla insanlığa neşredilmektedir ve Türkiye gibi İslam ülkesi olduğu iddia edilen bölgelerde dahi bizzat devlet eliyle televizyonlarda, konferanslarda; Mevlana, Hacıbektaş, Ahmet Yesevi gibi vahdeti vücud önderlerini anma etkinliklerinde çok masumane kılıflara sokularak kitlelere sunulmaktadır. Bugün insanlığın nerdeyse ortak dini olarak kitlelere benimsetilmeye çalışılan bu habis akideyi deşifre eden bu tür kıymetli eserlerin yayılması büyük önem arzetmektedir. Rabbimizden bu tarz eserlerden dünya ve ahirette faydalandırmasını diliyoruz.

İBN TEYMİYYE (RH.A)'NİN VAHDET-İ VÜCUTÇULAR HAKKINDA Kİ SÖZLERİ


1-Bunları inkâr etmek Yahudi ve Hıristiyanları inkâr etmekten daha evlâdır”. (1) 
2-«Bunların küfrü yahudi ve hıristiyanlann küfründen daha kötüdür» (2)
3-Bunların hayâl ve vehim sahibi kimseler olduklarında şüphe yoktur. Hayal ettikleri şeyin dış dünyada da var olduğunu zannetmektedirler. (3)
4-’’Onlardan bazılarını bizzat, bir kısmının da eserlerini gördüm. Kendilerinden konu ile düşüncelerini dinledim. Ayrıca onlardan haber veren şahıslarla da karşılaştım.  Hepsini halık (yaratıcı) konusun da sapık buldum. (4)
5- «Hâtemü'l-evliya ve bunun kendinden önceki velilerden üstün olacağı iddiası açık bir sapıklıktır. Zira sahih bir hadiste; «Nesillerin en hayırlısı benim içinde bulunduğum nesildir, sonra ondan sonrakiler, sonra da daha sonrakiler» denilmiştir. Sonra gelenler hayır bakımından daha düşük olacaklarından nasıl velilerin en hayırlısı en sonuncusu olur? Üstün olan veliler önce gelenlerdir çünkü onlar Resullerin efdaline daha yakındırlar... Bazı kimseler velinin (günahlardan) korunmuş olduğunu iddia etmişlerdir. Ama bu görüş de batıldır ve sünnete ve icmaa aykırıdır. (5) 
6-"Halik’ın vücûdu (varlığı), mahlûkun vücûdudur» gibi bir söz, îman ehlinin ittifakıyla açık bir küfür ve her insanın aklen kolayca anlayabileceği kadar belirgin büyük bir yanılgıdır. Her ne kadar onlar bunu, hakikat ve irfanın zirvesi sanıyorlarsa da... (6)
7- Bunların(riyazat ehlinin) bir kısmı, sırf «Hû Hû» diyerek veya «Lâ hüve İllâ'Hû» sözünü söyleyerek zikrederler. Çünkü bu bid'at zikir, kendi başına, mutlak (belirsiz) bir anlamdan başka bir şey ifade etmez. Bu lâfızlar, söyleyenin kasdı olmaksızın Allah'ı anmayı ihtiva etmez. Bunu söyleyenlerin itikadına kimi kez «O'ndan başka varlık yoktur» inancı yerleşir. Nitekim bunların bazıları bu inançlarını açıkça söyleyerek =Lâ hüve illâ hû» veya «Lâ mevcûde illâ hû- derler. Bu zikir, vahdet-i vücutçularca «Lâ ilahe illallah»'tan daha değerlidir. Çünkü bu ifade, onların Fir'avnî ve Karmatî mezheplerinin hakikatini açıkça ifade eder. (7)
8-… bunların arasında büyük ölçüde şirk yayılmıştır. O kadar ki, bunlar birbirle-rine secde bile ederler. Tıpkı, diğer zümrelerde, helâl olan akidesi ve ibadetleri haram kılmanın mevcud oluşu gibi. (8.)
9- (Vahdet-i vucutçulardan)Aşırı gidenler ise, kendi ma'rifet ve hallerinin peygamberlerinkinden üstün olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Tilimsânı der ki: «Kur'an cennete götürür; bizim sözlerimiz ise Allah'a.» Fârâbî de şunu ileri sürer: «Aslında filozof, peygamberden daha üstün ve mükemmeldir. Peygamberin hususiyeti sadece, hakikatleri daha iyi algılamasıdır.» Ve daha buna benzer nice zındıklık ve kâ¬firlik örnekleri. Böylece onlar, İsmâiliyye, Nusayriyye, Karâraita ve Bâtıniyye'ye katılıyor ve Fir'avuna, Nemrut gibi, nübüvvet mûessesesini veya hem nübüvvet, hem de Rubûbiyyeti inkâr eden kâfirlere tâbi oluyorlar. (9)
10- “…onlara göre, insan için kendisinin ötesinde bir gaye yoktur. Onun gayesi ancak, nefsini perdeleyen örtünün açılarak, onun Hakk'ın tâ kendisi olduğunu görmesidir. Bu mertebeye erişmezden önce, nefsi onda örtülü ve gizlidir. Ne zaman hakikati müşahede ederse, işte o vakit kendisinin o hakikat olduğunu görür. Nitekim îbn îsrâil şöyle der:
«Develerine ne oluyor ki yerinde duramıyorlar? Neden gölgen senden ayrılmıyor? Sonunda, menzile ulaştığın zaman öğreneceksin ki Yaptığın yolculuk kendine (doğru) imiş." (10)
11- İbn Teymiye bu fırkaya yazdığı reddiyede vahdet-i vuçutçuların kendi mezheplerini “tevhid ve hakikat” olarak adlandırdıklarını, gerçekte ise bu mezhebin tamamıyle bir zındıklık olduğunu ve bu zındıklığın zirvesinde de Tilimsani’nin yer aldığını söyler. (11)

12- Tilimsânî der ki:
«Nice zamandır sanırdım ki Leylâ örtüsüne gizlenmiş ve:
örtü, bir buse kondurmama engeldir.
Nihayet gözüküverince vallahi anladım ki.
Gözlerim O'nun sevgisinden âmâ imiş!"«O, sırf kadim bîr cevherdir,
Bir takım iğreti kir ve paslar O'na bulaşsa da,
Yemin ederek onlara dedim ki: Ondan, O'nun zatı dışında
Onlarsa: 'Dikkat et; yemininde yalancısın!' dediler.
"Dostuna de ki: 'Aşkından öl ve O'na olan iştiyakından eri!
'Giden aklına de ki: 'geçip gitme!'O'nu sende konuşur olarak görünceye kadar sus,
Sonra da, şayet konuşabilecek bir dil bulabilirsen: Konuş!»
 (12) 
Tilimsani’nin bu şiirini nakleden İbn Teymiyye şu yorumu yapıyor:
İşte, bu duygularla onlar öyle bir makama ulaşıyorlar ki, orada ne farz, ne haram tanıyorlar. Haram ve farzın, evrenin hakikatinin O olduğunu müşahede edemeyen avam için söz konusu olduğunu söylüyorlar. Onlara göre; «İbadet eden kul kim, kendisine tapınılan ilâh kim? Dînî emirleri emreden kim, bunlarla emredilen kim? (Bunların hepsi aynı!)» 
13- Vahdet-i vücutçular, temelde Cehmî'dirler. Bunlar, Sâbiilikte ortak inançları paylaşan Hıristiyanlıktan aldıkları düşünceler sebebiyle Sâbiilikle ilgileri bulunan, ve mutlak varlığı ilâh edinen kimselerdir. Onlar (vahdet-i vücutçular), Fir'avun'un: «Ey Mûsâ! Alemlerin Rabbi nedir?" sözünü doğru çıkarmak için kadim filozofların savundukları «yaratanı işlersiz kılma (ta'tîl) ve mutlak varlığı kabul etme» fikrine uyarak bunun Allah olduğunu ileri sürmüşlerdir. (13)
14- TUSİ İLE KONEVİ ARASINDA KARŞILAŞTIRMA
Sadruddin Konevî ile Nâsıruddin Tûsi arasındaki mektuplaşmalar da böyledir. Bu mektuplaşmalarda Tüsî, Sâbiî filozofların metoduyla Vâcibü'l-vücûd'u ikrar ediyor, Konevî ise bunu belirli ve muayyen olarak değil, Mutlak Varlık olarak kabul ediyor ve onun Allah olduğunu söylüyordu. İşbu mektuplar, söylediğim şeyin gerçek olduğunu, bunların küfür ve dalâlet noktasında birleştiklerini, Tûsi' nin, mahlûkattan ayrı özelliklere sahip Yaratan Rabb'ı ikrar etmesi cihetiyle İslâm'a daha yakın, fakat nübüvvet, şeriat ve ibadet yönlerinde daha kâfir, Konevi' nin ise Hıristiyan! bir anlayışla ibadet ve nübüvvete ta'zim göstermesi cihetiyle islâm'a daha yakın, fakat ma'bûdun herhangi bir gerçekliğinin olmaması, sadece zihin dışında bir hakikati bulunmayan mutlak varlığa" ibadet etmesi cihetiyle de daha kâfir olduğunu göstermektedir.
Bu nedenle Konevî, söylediği sözler itibariyle daha kâfirdir, işlediği ameller bakımından ise daha az küfre düşmüştür. T û s î de, amelce daha büyük bir kâfir, görüşleri bakımından ise daha az kâfirdir. Her ikisi de, sözleri ve amelleri cihetinden kafirdirler. Bu sebepledir ki, Konevî' nin sözlerindeki yalan, uydurma, yanılgı ve Hz. Peygamber'in bildirdiklerine muhalif şeyler, akıl sahibi bütün müslümanlarca bilinmektedir.
Yine, Tûsî'nin amellerinin de, Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği şeriattan yüz çevirme ve ondan çıkma olduğu müslümanlarca bilinmektedir. Bu nedenle, Nâsıruddin Tûsî âlimlere daha yakındır; çünkü sözlerinde hak olan hususlar vardır. Sadrüddin-i Konevî ise âbidlere daha yakındır; çünkü amellerinde ibadet olan hususlar mevcuttur. (14) 
15- Bu nedenle, (vahdet-i vucutçulara göre)gerçeği bilen kişi bütün insanların inandığı şeye inanmanı emreden kişidir. Nitekim îbn Arabî şöyle der:İnsanlar Allah hakkında bir takım şeylere inanmışlardır, bense onların, inandıklarının tamamına inanıyorum.»… 
Onların bu prensibi şu anlama gelir: "Her insan istediğini söyler ve dilediği inanca inanır; hak-batıl, doğru-yalan diye ayırmadan. "Ve hiç kimse, hiç bir şeyin varlığını inkâr etmez.» (15) 
16- Onlara göre emir - nehiy diye bir şey yoktur. Nitekim, «Füsûsü'l-Hikem» sahibinin talebesi olan K â d i ' nin şu şiirini, Şâhid b. Amd  bana okumuştu:
Dünyada her şey aynıdır. İyi - kötü diye bir şey yoktur. Fakat, (örf ve) âdet, tabiat vs kanun koyucu, iyi veya kötü hükmünü vermişler.» 
17-Bunlar, kaderin önüne kendilerini bırakmış inkarcı ibâhiyyecilerden daha beterdirler. Bunlar, emir - nehiy, sevap - ceza diye bir şey tanımazlar. Yine bunlar, yaratıcı, peygamberlik ve hiçbir hakikat tanımazlar. (17) 
18- Bu sebepledir ki,(yalan ile doğru arasında bir fark görmemelerinden dolayı) sen bu kimseleri, verdikleri haberlerinde, insanların en yalancıları olarak görürsün. Hattâ yalan onlarca doğrudan farksızdır. Onu ihtiyaç oldukça kullanırlar. Tek bir şey hakkında birbirine zıt iki haber verirler ve bunu hiç mühimsemezler. Onların, amellerinde hevâlarına uyarak davrandıklarını görürsün. Bir kez hevâlarına uygun düşen bir işi, başka bir kez de yine hevalarına uygun düşen bunun tersi başka bir işi yapmak suretiyle, birbirine zıt iki ameli işlerler. (18) 
19- Bunlar, mü'min - kâfir, muttaki - fâsık, zındık - sâdık ayırd etmeden dâima hâkim ve kuvvetli olandan yana olurlar. Moğollar, müslüman olmadan önceki müşrik halleriyle, verdikleri haberlerde bunlardan daha güvenilirdirler. Çünkü moğollar, dinî konularda birbirine zıt iki şeye inanmazlar. Tersine onlar, bilerek veya taklitle bir şeye inanırlar veya rastgele bir şeye inanmazlar. İki zıt şeye birden ise asla inanmazlar. İşte bunlar, Moğol gibi bir milletten beterdir. Bundandır ki, akıbetleri kötüdür. Çünkü, emredilenle yasaklananı, doğruyla yalanı birbirinden ayıran takva sahiplerinden değildir onlar. Neticeye ancak takva sahipleri ulaşacak ve onlardan her biri, gücü nisbetinde ayakta durabilecektir. (19)

20- İbn Arabi'ye göre teklif (şer'i emirlerle mükellef olma) diye birşey mümkün değildir. Çünkü teklif, mükellefe, mükellef kılan tarafından yüklenilir. Bunlardan biri emreden, diğeri kendisine emrolunan'dır. Teklifi yapanla, kendisine teklif yapılan mükellef aynı varlık olduğuna göre, teklif mümkün değildir. (20) 
21- Bir kimse: «Rab Hakk'tır; kul da Hakk’tır» derken, kulun Cenâb-ı Hakk'ın aynı olduğunu kastediyorsa, bu, ittihad ve ilhad (zındıklık)tır. Teklif gereğince aykırıdır. Ancak bu sözler, kul’un Allah tarafından yaratılmış bir hakikat olduğunu kastediyorsa, bu müslümanların mezhebidir. (21) 
22-İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin
«Rab da HAK, kul da HAK! O halde mükellef kim,
keşke bir bilsem? Kuldur desem, kul diye bir şey yok ki!
Rab desem, Rab mükellef olur mu hiç?”
Sözlerini tevil ederek ibn Arabi’yi temize çıkarmaya çalışanları sapıkların yardımcıları ve batılın avukatları olmakla suçluyor. (22) 
23- Fusûsü'l-Hikem kitabının yazarı ile onun talebesi Konevi ve Tilimsânî, İbn Seb'in, Şüşteri, İbnü'l-Fâriz gibileri ve tâbîlerinin sahip oldukları görüş «varlık, tektir» şeklindedir. Bunlar «vahdet-i vücutçular» diye adlandırılmakta, tahkik ve irfan iddiasında bulunmaktadırlar; Hâlik'ın varlığını, mahlûkatın varlığının özdeşi saymaktadırlar. Bunlara göre mahlûkatın muttasıf bulunduğu güzellik, çirkinlik, medh ve zemm sıfatlarının tamamı ile bizzat Hâlık Teâlâ da muttasıftır. Yine bunlara göre Hâlik'ın asla mahlûkatın varlığından farklı, ondan ayrı bir varlığı da yoktur, bilâkis bu varlık alemindeki hiç bir şey Hâlık (yaratıcı)'tan başka ve O'nun gayrı değildir. (23) 
24- Şu adamların küfür içinde olduklarını anlamak için, bunların en hafif sözlerinin şunlar olduğunu belirtmek yeterlidir: « F i r ' a -v u n mü'min olarak, bütün günahlardan arınmış bir şekilde ölmüştür.» Oysa ki hem müslümanların, hem de yahûdî ve hıristiyanlar gibi diğer din ehlinin inançlarına göre zorunlu olarak bilinmektedir ki, Fir'avun, insanlar içinde Allah'ı en fazla inkâr edenlerden biridir. Hattâ Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de özel ismini de zikrederek F i r'avun Kıssası kadar bir başka kâfir kıssasından bahsetmemiş; Fir'avun'dan aktardıklarından daha ziyâde herhangi bir kâfirden, onun küfründen, azgınlık ve taşkınlığından söz açmamıştır. (24) 
25- Şimdi bu adamlar, insanlar arasındaki en büyük Allah düşmanına (Fir’avn’a) veya Allah düşmanlarının en büyüklerinden birine gelip de onu, Allah'ı inkâr ettiği hususlarda haklı ve isabetli sayınca bunların söylediklerinin yahüdîlerin ve hıristiyanların küfürlerinden daha büyük ve beter olduğu anlaşılmıştır. Artık diğer sözlerinin nasıl olduğunu varın siz hesap edin!.. (25) 
26- Bunlar Cenâb-ı Hakk'ı mahlûkatın aynı kılmakta, O'nu yaratılmış, cisimlerin bizzat kendisi saymaktadırlar; O'nu her bir kâfirin, fâcirin, şeytanın, yırtıcı hayvanın, yılanın taşıdığı vasıflar olan bütün eksiklik ve kötülüklerle sıfatlandırmaktadırlar. Allah Teâlâ onların iftiraları ve sapıklıklarından münezzehtir; söylediklerinden çok çok yücedir, uzaktır. Ve Allah Teâlâ kendi için, dini için, Kitabı, Resulü ve mü'min kulları adına bunlardan intikam alacaktır. (26) 
27- Bunlar diyorlar ki; «Hıristiyanlar 'Allah ancak Mesih'tir»  diyerek tahsîste bulundukları için kâfir olmuşlardır', (yani uluhiyeti bütün mahlukata değil, sadece İsa (as) 'a atfettikleri için kafir olmuşlardır) Hıristiyanlar İ s â Mesih hakkında ne zaman böyle söylemişlerse bu adamlar da Allah hakkında bu görüşlerini söylemişlerdir. Bu bakımdan hiristiyanların küfrü, bu adamların, küfründen bir parçadır ancak. (27) 
28- Bu adamların söyledikleri hakkında «küfürdür» denilse, bu lâfız onların söylediklerinin durumunu ifâde etmiş olmaz. Çünkü küfür bir cins adı olup bu cinsin içinde çok muhtelif çeşitler vardır. Diyebiliriz ki her kâfirin küfrü bunların küfründen bir parçadır. Bu sebeple bunların reisine; «Sen bir Nusayrisin» denilmişti de «Nusayr benden bir parçadır» diye cevap vermişti. Abdullah b el-Mübârek: «Yahudilerin ve Hıristiyanların sözlerini naklediyoruz. Ama Cehmiyye'nin sözlerini nakledemiyoruz» diyordu. Bu adamlar Cehmiyye'den daha beterdirler. Çünkü Cehmiyye'nin en son vardığı nokta, Allah'ın her yerde bulunduğunu söylemek olmuştu. Bunlar ise Allah'ın bizzat her mekânın vücûdu olduğunu söylüyorlar ve bunlara göre iki mevcut yoktur ki bunlardan birisi hâli (hulul eden varlık), diğeri ise mahall (hululün vuku bulduğu yer) olsun. (28) 
29- Müslümanlar, yahûdîler ve hıristiyanlar zarurî olarak bilmektedirler ki herhangi bir insandan söz ederek onun Allah'tan bir parça olduğunu söyleyen kimse bütün dinlere göre kâfirdir. Hıristiyanlar bile -her ne kadar görüşleri en büyük küfürlerden ise de-böyle bir şey söylememiştir; hiç kimse de çıkıp ne «mahlûkat aynı ile-Halik’ın parçasıdır», ne «Halik bizzat mahlûktur», ne de «münezzeh olan Hak, bizzat müşebbeh olan halktır» demiştir. (29) 29. S:153

30-îbn Arabi'nin «Şayet müşrikler putlara tapmayı terketselerdi, bunu terkettikleri oranda Hak'tan câhil olurlardı» sözü de bütün dinlerde kesin olarak bilinen küfürlerdendir. Çünkü bütün din mensupları ittifak etmişlerdir ki, tüm peygamberler insanlan putlara tapmaktan sakındırmış ve bunu yapanların kâfir olduğunu belirtmişlerdir; mü'min de putlara ve Allah'tan başka her ma'bûda tapmaktan uzaklaşmadıkça mü'min olamaz. (30) 
31-“Puta tapanlar şayet bu putları terketselerdi, onları terkettikleri oranda Hak'tan cahil olurlardı» diyen kimse yahûdîlerden de, hıristiyanlardan da daha fazla küfür içindedir. Hattâ böylelerini kâfir tanımayan, kimse de yahüdîlerden ve hıristiyanlardan daha çok kâfirdir. Çünkü yahûdîler ve hıristiyanlar putperestleri kâfir kabul etmektedirler. Durum böyleyken putlara ibadeti terk edeni, bunu terki oranında Hak'tan câhil kabul edene ne demek lâzım?! (31) 
32- îbn Arabi'yi bizzat gören âlimler onun çok yalancı ve iftiracı olduğunu, el-Fütûhât el - M e k k i y y e ve benzeri kitaplarının akıl sahibi hiç kimsenin gözünden kaçmayacak yalanlarla dolu olduğunu söylemişlerdir. Evet İbn Seb'in, Konevî, T i limsâni gibi taraftarları arasında İbn Arabi İslâm'a en yakın olanı olduğu halde durum budur. Şimdi İslâm'a en yakın olan, yahudilerin ve hiristiyanlarm 'küfründen daha beter bir küfrün içinde bulunursa İslâm'dan en uzak olanların durumunu varın siz hesap edin!.. Ben bunların bahsettikleri küfrün onda birini bile zikretmedim. (32) 
33- İbn Teymiye kendisinden onlar hakkında fetva soran bir kişiye Vahdet-i Vucutçuların küfürlerini uzun uzun anlattıktan sonra diyor ki:
İşbu fetva, bu adamların sözlerini uzun uzun zikredip küfür ve ilhadlarını ortaya koymaya müsait değildir. Bilinsin ki bu adamlar, yahûdîlerden de, hıristiyanlardan da daha kâfir olan Bâtınî-Karâmita ve İsmâiliyye türünden bir gruptur. (33)
34- Bu vahdet-i vücudçuların durumu da aynıdır: Bunların elebaşıları küfrün önderleri olup öldürülmeleri vaciptir. Tevbe etmeden yakalandığı zaman bunlardan herhangi birinin tevbesi kabul olunmaz. Çünkü bunlar, dıştan müslüman olduklarını söyleyip içlerinde büyük bir küfrü gizli tutan zındıkların önde gelenlerindendirler. Bunlar, ne söylediklerini ve müslümanların dinine muhalefet ettiklerini gayet iyi bilmektedirler. Bu sebeple bunlara intisap eden, bunları savunan, övüp yücelten, kitaplarına değer veren, bunlara yardım ve desteğiyle tanınan, bunlar hakkında söz söylemeyi hoş görmeyen veya onların sözlerinin mâhiyetini, bu kitabı onun yazıp -yazmadığını bilmediği mazeretiyle ve ancak bir câhilin ya da münâfıkın ileri sürebileceği benzeri mazeretlerle onları mazur görmeye kalkışan herkesin cezalandırılması gerekir. Hattâ durumlarına vâkıf olup da onlara karşı çıkmaya yardımcı olmayan herkesin de cezalandırılması gereklidir. Çünkü böylelerine karşı kıyam edip mücâdelede bulunmak en önemli vecîbelerdendir. Zira bunlar bâzı şeyhlerin ve âlimlerin, hükümdarlar ve devlet adamlarının akıllarını ve dinlerini ifsâd etmişlerdir; bunlar yeryüzünde sırf fesat peşinde koşar ve insanları Allah'ın yolundan alıkoyarlar. (34) 
35- Bunlar yahûdîleri ve hiristiyanları nasılsalar öylece kabul edip, tıpkı putperestleri hak üzere saydıkları gibi, bunları da hak üzere görmektedirler ki, bu her iki tutum da büyük bir küfürdür. (35)
36- Böyleleri hakkında hüsn-ü zan besleyip de onların durumunu bilmediğini iddia eden kimse, onlara muhalefet edip, açıkça onları reddetmese bile, işte artık onların hâlini bilsin. Aksi halde onlardan kabul edilecek ve onlardan sayılacaktır.
Onların sözlerinin Şeriat'a uygun bir te'vili vardır» diyenlere gelince, şüphesiz bunlar da onların elebaşıları ve önderlerindendir. Çünkü böyle birisi şayet aklı başında ise söylediklerinde kendisinin yalancı olduğunu bilir. Eğer bu hususa içiyle ve dışıyla gerçekten inanıyorsa bu da hıristiyanlardan daha fazla kâfirdir. Böylelerini kâfir tanımayan ve sözlerinin bir te'vili olduğunu kabul eden kimse, 'teslis ve ittihâd' akideleri dolayısıyla hıristiyanları hiç mi hiç kâfir sayamaz. Doğruyu bilen ancak Allah'tır. (36) 
37- Bunların taraftarları ve ileri gelenlerinden bâzı gruplara sözlerinin nereye vardığını ve mezheplerinin gizli yönlerini açıkladığım zaman bunların çok önemli şeyler olduğunu kabul ettiler. Şayet bu açıklamalarıma onları zem ve reddi eklememiş olsaydım inanın ki beni önde gelen şahsiyetlerinden sayar ve tıpkı reisleri için, hıristiyanların; büyükleri için, îsmâîliyye'nin; Firavun için, avenesinin yaptığı gibi bunlar da benim için anlatılamayacak derecede canla başla itaat gösterir, mallarını seferber ederlerdi. (37) 
38- Sadreddin, tartışma ve tefekküre şeyhinden daha fazla girmiştir. Buna rağmen o, küfür bakımından daha ileri, ilim ve irfan bakımından ise daha geridedir; İslâm'ı ve imamların görüşlerini de daha az bilmektedir. (38) 
39- Zaten bunların tuttukları yol küfür olduğuna göre, küfürde ustalık sahibi olanların, daha fazla kâfir olacakları açıktır. (39)
40- Tilimsâni'nin sözlerinde Allah'ı tanımama konusunda aşırlık vardır ve bu da inkâr demektir. Çünkü o. tezahür edenle tezahür ettiği yer arasında bir fark gör-memekte, kesret ve farklılığı ancak insan zihninde var saymakta ve insan zihninin hakikati görmekten perdeli olduğunu, bu perde aralanıp açıldığı zaman Allah'tan başka bir şey olmadığını, görenin görülenin aynı, şâhid olanın da şâhid olunanın da aynı bulunduğunu anlayacağını iddia etmektedir. (40)
OKUNUŞU:Kulhü vellahü ehad.Allahüssamed,Lem yelid ve lem yuled ve lem yekün lehu küfüven ehad.
BU SURE'YE TERS'DİR.
MANASI:De ki:O,Allah'tır,bir tektir(O) Allah'tır,sameddir(Zeval bulmayan bir bakidir,daimdir,herkesin ve herşeyin doğrudan doğruya muhtaç olduğu ve kasdettiği yegane varlık,uluslar ulusudur.)Doğurmadı O,doğrulmadı da...Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir.


“Her şey O” mudur, yoksa “her şey O’ndan” mıdır?
İnsanlık, ilk insan Hz. Adem'den buyana kabaca, inananlar ve inanmayanlar diye iki gruba ayrılabilir. Bir yaratıcının varlığını kabul edenler, buna karşı maddenin kıdemini savunup inkara sapanlar. Her iki cenahta sayısız denecek kadar fırkalar, ekoller, meslek ve meşrepler ortaya çıkmış, bunların bir kısmı günümüze kadar ulaşmış, bir kısmı tamamen unutulup gitmiş, buna karşı farklı mezhep ve meşrep karışmalarından yeni yeni sentezler ortaya çıkmıştır. Böylece, inançsızlık bir kenara bırakılacak olursa, bir yaratıcının varlığına inanmakla birlikte "zat", "sıfat", "irade" gibi konuları yerli yerine oturtamayan felsefi ekoller arasında, çeşitli dalalet fırkaları türemiştir. Dini bazı mezheplerde ise benzer müphemlikler yüzünden çeşitli aşırılıklar zaman zaman ortaya çıkmıştır.
Ehl-i inkar olmadığı halde, dalalet yoluna sapan mezheplerin hemen bütünü, sapkınlığa; Allah'ın sıfatları, irade ve kudretinin taalluku konusunda geliştirdikleri yanlış fikirler yüzünden düşmüşlerdir. Nitekim, İslam öncesinde müşrikler de Allah'ın varlığını inkar etmiyorlardı, ona ortak koşuyorlardı. İslam sonrası, Müslüman toplumlarda ortaya çıkan, Rafızi, Batıni mezhepler ve bunların çeşitli kolları Allah'ın varlığını kabul etmekle beraber, akaidi bakımdan çok yanlış noktalara sapmışlardır. İslam sonrası, pek erken sayılabilecek bir dönemde Selefiye ve Ehl-i Sünnet kelamcıları tarafından; Allah'ın sıfatları, "Allah-Kainat-İnsan" ilişkisi konularında oldukça sistemli, sıkı işlenmiş bir akaid bilgisi temelleri atılmıştır. Mamafih, bu arada yukarıdaki mezhepler de kendilerine taraftar bulabilmişlerdir. İslamlar içinde bu sapmanın başlıca nedenleri olarak en başta şunlar sayılabilir: İslam öncesi çeşitli inanışlar, İslam'a giren ehl-i kitabın kendi düşüncelerini "Müslümanlaştırma"sına bağlı olarak ortaya çıkan iltibaslar, serapa mitolojik unsurlarla örülü Eski Yunan Felsefesi'nin hayal dünyası geniş Arap insanına cazip gelerek onun zihin dünyasını bulandırması ve nihayet, "Tenezzülat-ı İlahiye" nevinden Kur'an'da geçen ve aynı şekilde hadis-i şeriflerde kullanılan mecazlara "ayn-ı hakikat" mana verilmesi.
Allah'ın varlığını kabul eden felsefi akımların bazıları -genel olarak felsefe Allah'ın alemde büyük varlıkları bilip küçükleri bilmediğini ileri sürer- Allah-kainat-insan ilişkileri konularında açıkça dalalete düşmüşlerdir. Bu kategoriye dahil, günümüz felsefi düşüncesini de şekillendiren, en önemli felsefi dalalet fırkalarının başında "Deism" gelir. Allah-Alem münasebetinde aklî bir zaruret olarak Allah'a inanan "Deism" vahyi, risaleti inkar eden bir akımdır. Bu anlayışta Allah'ın fonksiyonları bir defalık olarak düşünülmüştür. Buna göre yaratıcı, alemi belli bir projeye göre bir defada yaratıp, ona nizam ve hareket verdikten sonra, elini bu alemden çekmiştir. Yaratıcının artık belli bir projeye göre gerçekleştirmiş olduğu bu nizam ve düzene müdahalesine gerek kalmamıştır. Yarattıktan sonra kendisine düşen herhangi bir iş kalmadığı için, o sadece aşkın (müteal) bir varlık olarak -tabiri caiz ise- köşesine çekilip bekleyecektir. Tabii ki, böyle bir uluhiyet anlayışında, yaratmanın son bulduğuna inanıldığı için vahiy, peygamber ve kitaba lüzum kalmamaktadır. Böylece, Deistler bunların yerine tabii din=akıl dini denilen, tamamıyla felsefi bir din benimsemişlerdir. (İsmail Fenni, Lügatçe-i Felsefe, İstanbul, 1341, s. 171) Gerçi aleme müdahale etmeyen uluhiyet anlayışı, Aristoteles'e (M.Ö. 384-322) kadar götürülürse de, esas olarak Rönesans ile ortaya çıktığı ve sistemleştirilmeye başlandığı görülmektedir. İnsan aklını kainata müfettiş kabul eden "tabii din"in bu savunucuları, yani Deistler, yaratıcının alemle olan münasebetini ortadan kaldırmak istemişlerdir.
Bir de, yaratıcı-alem münasebetinde Deistlerin tam aksi kutbunda, yaratıcıyı bizzat varlığın özünde varsayan meslekler vardır. Yani yaratan ile yaratılanı aynı şey olarak kabul ederler. Onların (batıl) itikadınca, alemde her ne var ise, o yaratanın kendisidir, yani her şey odur (heme ost). Panteism olarak adlandırılan bu düşüncede varlığın "halık", "mahluk" gibi ikiliği (güya) ortadan kaldırılmakta ve varlığın birliği yaratıcı ile tabiatın aynı şey olduğunu iddia etmektedir. Panteist düşüncenin en başta gelen felsefecilerinden Spinoza ve diğer panteistler hep yaratıcının tabiatta mündemiç (içinde bulunma) olduğunu savunmuşlardır. Güya, yaratıcı-yaratan ikiliğini kaldırmak için yaratıcıyı alemle aynileştiren, yani "yaratan her şeydir, her şey yaratandır" diyerek her şeyi uluhiyetin bir cüzü kabul eden felsefi düşünce ekolleri, ayrıntılarına girmeksizin "Heme ost"çuluk (panteism) ismi altında toplanabilir. (Hüsamettin Erdem, Panteizm ve Vahdet-i Vücud Mukayesesi, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990, s. 12-30.)
Bu mesleğe göre, din, Allah fikrinden veya sevgisinden doğan fiil ve amellerin bütünüdür. Yani, insanın Allah'ı ve hemcinsini sevmesinden ibarettir. Allah'ı sevmekten murad, adil olmak ve iyilik etmektir. Dinin ibadet ayinlerine ihtiyacı yoktur. Bu anlayışa göre, panteizmde din denilen şey, ilahi değil, akla dayanan bir mezhep oluyor. Bu mesleğin, İslam akaidine ve özellikle Ehl-i sünnet düşüncesine zıtlığı ortadadır. Yaratıcı ve alemin aynı şey olduğunu kabul etmenin mantıki sonuçları hiç bir şekilde İslam akaidi ile bağdaşmaz. Zira, yaratıcı ile alemin aynı şey olduğunu ileri sürmek, eğer alem mahv olsa -ki, İslam'a göre kıyametin kopması kesindir- yaratıcının da mahv olacağını kabul etmeyi zorunlu kılar ki, böyle bir telakkinin hiçbir surette dinde yeri yoktur. Şu halde, yaratıcıyı kainata müdahale ettirmeyen "Deism" mesleği ve "her şey o (yaratıcı)dur" diyen Panteism, peygamberlerin rehberliğini, namaz, oruç gibi belli farizelere bağlı olarak eda edilen ibadetleri kabul etmemek noktasında birleşmektedir.
İslam çatısı altında zaman zaman "Panteism"i andıran meslekleri bu meslekten ayıran temel farklar işte bu noktalarda ortaya çıkar. Vahdet-i Vücud (varlığın birliği/tekliği) böyle bir meslektir. Bu mesleğin temelinde Sufilerin "Allah" ve "varlık" hakkındaki görüşleri yatmaktadır. Denilebilir ki, hemen hemen bütün Sufiler, varlığın birliğine inanır gibi bir eğilim içindedirler. Bu Sufiler arasında Muhasibi (V. 857), Bayezid-i Bistami (V. 874), Cüneyd-i Bağdadi (V. 909), Hallac-ı Mansur (V. 922) gibi meşhur mutasavvıfları saymak mümkündür. Sufilik büyük ölçüde, kitap ve sünnete bağlı kalmış, taat ve itaata önem vererek kalbi masivadan (eşya ve ona bağlı şeyler) temizlemeyi telkin etmiştir. "Vahdet-i vücud" mesleğine bağlı olanlar, Panteistler ("heme ost"çular) gibi kainatta zuhuru mecburi saymaz, dolayısıyla Allah'ın irade sıfatını kabul ederler. (Madde-perver felsefi bir meşreb olan Panteism ile dini bir tarik olan evliyanın "Vahdet-i Vücud" düşüncesi arasındaki farklar için bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1991, s. 216.) Görülüyor ki, vahdet-i vücud, "her şey Allah'tır" ("Heme ost") demek olan Panteizm değildir. Aslında "Vahdet-i Vücud"u tarif etmek oldukça zor bir iştir; bu konuyla ilgilenenlerin genel kabulüne dayanarak şunu söylemek mümkündür ki, Vahdet-i Vücud mesleği, İbn-i Arabi ile geniş bir taraftar ve savunucu kitlesi bulmuştur. "Keşf", "istiğrak" gibi kayıt altına alınması, tanımlanması son derece zor kavramlara dayanan, üzerinde çok uzun incelemeler gerektiren ihtisas konularının başında gelmekle beraber, "vahdet-i vücud" mesleği için genel bir bilgi sunmak gerekirse, "vahdet-i vücut"çular, "Allah'tan başka vücut yoktur" demekte, "her şey Allah"tır dememektedirler. Bu sözle kastedilen, alemin suretiyle sabit olan yalnızca hakkın tecellisidir (Allah'ın eşyada eserini koyma kudreti); yoksa Cenab-ı Hakk'ın zatı değildir. Mutlak varlık yani Cenab-ı Hak, hiçbir kayıt ve şarta bağlı değildir, onun dışındaki her şey izafidir.
Yaratıcı-alem münasebetini tasavvufi bir düşünce sistematiği ile kurmaya çalışan İbn-i Arabi'nin Vahdet-i vücud görüşüne/mesleğine karşı, aynı biçimde doktriner bir cephe kurarak karşı çıkanların başında Şah-ı Nakşibend'in (İmam Rabbani) kurduğu Mücedidiye ekolü gelmektedir. Müceddid-i elf-i sani lakabıyla meşhur, İmam-ı Rabbani "Vahdet-i Vücud" yerine "Vahdet-i Şuhud" mesleğini geliştirerek, Muhyiddin-i Arabi'nin "alem hayaldir" görüşünü reddeder. (İmam-ı Rabbani, El-Mektubat I, İstanbul, tarihsiz, s. 41 vd.) İmam-ı Rabbani'ye göre Halık (yaratıcı) ile mahluk her bakımdan ayrıdır. Yani "eşyanın hakikat-i sabittir". Ancak İmam-ı Rabbani, Halık ile mahluk arasında bir birlik görenleri töhmet altında bırakmamaktadır. "Vahdet-i Vücud"çulardaki "varlığın birliği" düşüncesinin, muhakkak ki, Allah sevgisinden kaynaklandığını ifade eden İmam-ı Rabbani'de de "eşyanın varlığı" konusunda aslında tam anlamıyla kesin bir vurgu yoktur.
Bediüzzaman, başta Muhyiddin-i Arabi olmak üzere onun yolunda gidenlerin ehl-i velayet, ehl-i hak ve hakikat olduğunu kabul etmekle beraber, bunların, kitap ve sünneti mihenk yapan veraset-i nübüvvet ehli olan asfiyaya nazaran daha nakıs, ihatasız ve daha uzun bir yolda ilerlediklerini, dolayısıyla çeşitli muhatara ile yüz yüze olduklarını belirtir. (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 83). "Vahdet-i vücud" meşrebinin yüksek bir makam olmadığını ifade eden Bediüzzaman, "Vahdet-i Vücud"a, sahabeler ve dört halife döneminde görülmediği, Kur'an ve Sünnet ölçülerine göre tam uymadığı için, "dar", "hususi" bir meşreb olarak yaklaşır. Onların, anlaşılması güç sözleri, çokları tarafından ileri sürüldüğü gibi, yüksek hakikatler olmasından kaynaklanmamaktadır. Vahdet-i Vücud meşrebi, zevkli, neşeli olduğundan, bu meşrebe girenler bir daha çıkmak istememekte, bir çeşit uyku sarhoşluğu içinde çeşitli iltibaslara düşmektedirler. Bediüzzaman, açık ve net bir şekilde yaratan ve yaratılan ikiliğini kabul etmekte, Ehl-i vahdetü'l-vücudun dedikleri gibi mevcudatı evham ve hayalât olarak görmemektedir. Eşya vardır, bu görünen eşya Cenab-ı Hakk'ın eseridir, onun isimlerine ayinelik yapmaktadır. Yaratan-yaratılan ilişkisinde, Bediüzzaman "Heme ost"u (Her şey o dur) değil, "Heme ezost" (Her şey onda/ondandır; o icad ediyor) hükmünü kabul eder. Ona göre, ancak Cenab-ı Hakk'ın vücuduna nispeten zayıf, kararsız bir gölge gibi bir varlığa sahip olsa da, eşyanın gerçekliği hayal ve vehim değildir. (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 84-85.)
Buna göre, Muhyiddin-i Arabi gibi zatlar, müstakil bir meslek ihtiyar etmişlerdir. Keşfiyatlarında, tekellüflü bir surette, bazı ayetleri meşreplerine, meşhûdâtlarına tatbik ederek ayetlerin sarahatini incitebilmektedirler. Dolayısıyla, bu mühim zatlar, kendileri hidayet yolunda olsa da, Kur'an'ın büyük ve müstakim yolunu takip eden Ehl-i Sünnet çizgisine başkalarını iletemezler. (Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, s. 85.) Bediüzzaman, Muhyiddin-i Arabi gibi büyük bir insanın, yaratan-yaratılan ilişkisini açıklamada yanlışa düştüğünü belirtmekte, bunun için şu misale başvurmaktadır:
"Meselâ, bir aynada güneş görünüyor. Şu ayna, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette aynayı ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o ayna, fotoğraf aynası ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, aynada görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem aynayı süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Ayna içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de, ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu zannedilmiş.
"İşte bu temsile binâen, "Aynada hakikî güneşten başka birşey yoktur" denilmek ve aynayı zarf ve içindeki güneşin vücud-u hâricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat aynanın sıfatı hükmüne geçmiş münbasit aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatâdır; "Güneşten başka içinde birşey yoktur" demek yanlıştır. Çünkü, aynanın parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneşin cilvesindendir; fakat güneş değiller. İnsanın zihni, hayâli, bu ayna misâline benzer. Şöyle ki:
"İnsanın âyine-i fikrindeki mâlûmâtın dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle mâlûmdur. Eğer zihni o mâlûma zarf saysak, o vakit o mâlûm mevcud, zihnî bir mâlûm olur; vücudu ayrı birşeydir. Eğer zihni o şeyin husûlüyle mevsuf saysak, zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u hâricîsi vardır. O mâlûmun vücud ve cevheri dahi olsa, bununki arazî bir vücud-u hârîcisi olur.
"İşte bu iki temsile göre, kâinat bir aynadır. Her mevcudâtın mâhiyeti dahi birer aynadır. Kudret-i Ezeliye ile îcâd-ı İlâhîye mâruzdurlar. Herbir mevcud, bir cihetle Şems-i Ezelînin bir isminin bir nevi aynası olup bir nakşını gösterir. Hazret-i Muhyiddin meşrebinde olanlar, yalnız aynalık ve zarfiyet cihetinde ve aynadaki vücud-u misâli, nefiy noktasında ve akis, ayn-ı mün'akis olmak üzere keşfedip, başka mertebeyi düşünmeyerek, "Lâ mevcûde illâ Hû" diyerek, yanlış etmişler. "Hakàiku'l-eşyâi sâbitetün" kaide-i esâsiyeyi inkâr etmek derecesine düşmüşler." (Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, s. 84-85.)
Burada, Bediüzzaman, Cenab-ı Hakk'ın isimlerinden yola çıkarak, kendi düşüncesini desteklemektedir. Şöyle ki; madem "Hallak", "Rezzak" gibi isimler hayali ve vehmi şeyler olamazlar, madem bu isimler hakikatlidirler, o halde bu isimlerin mazharlarının da bir vucud-i haricisi olmak gerekir. Bediüzzaman, Vahdet-i Vücutçuların bu mesleği seçme sebeplerini, hiçbir şekilde kınama, aşağılama yoluna gitmeksizin, onların gayet hassas şahsi mizaçlarına bağlayarak açıklamaktadır. (Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, s. 84-87). Ona göre, Vahdet-i Vücut yolunda gidenlerin kendi açılarından "hususi" bir haklılık nedeni vardır. Ancak sebepler dairesini yırtıp çıkamayan ve tesirinden çıkamayan, kurtulamayan bir ruh, "Vahdet-i Vücud"dan söz etse haddini aşmış olur (Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1991, s. 216) ve Muhyidin-i Arabi gibi yüksek ve kuvvetli imana sahip olmayanların, sebeplerde boğulmak ihtimali vardır. Bu bakımdan, Bediüzzaman, "Vahdetü'ş-Şuhud"un Vahdet-i vucuda göre daha safi bir meslek olduğunu ifade eder (Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 217) ve kainatın bir mektup olarak okunmasına dikkat çeker. O, "Yaratan-yaratılan", ilişkisini "katip-mektup" misali ile açıklamaktadır. Mektup (kainat) varsa, okunması için bu mektubu yazan irade ve kudret sahibi bir katip de (Cenab-ı Hakk) vardır. Ölçü, mektubu kâtip zannetmemek, kâtibi mektup içinde tahayyül etmemek, mektubu hayal tevehhüm etmemek; aşk perdesinde aklını saklamayarak, hakikatin hakikî suretini görmektir. (Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, s. 92). Mesele, bir mektubun (mesela bir tavus kuşunun) varlığını inkar etmemek, iradesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezahür olamayacağını bilmek ve bu mektubun bir "kâtibi" olduğunu unutmamaktır. Bediüzzaman'a göre, muhtevi olduğu ölçülü nakışların, güzel ve yüksek mahiyetlerin kendiliklerinden fail, mucid, mutasarrıf olamayacağının daima idraki içinde, bu kainat (mektup) okunmalıdır. Bu yaldızlı defteri (kainatı) yazan kâtip onun içinde olamaz, onunla ittihat edemez.
Sonuç olarak, Vahdet-i Vücud, felsefi bir meslek olan panteizm (heme ost) değildir. Ancak, Kur'an'ın yolu gibi geniş ve emniyetli bir yol da değildir. Vahdet'ü-ş Şuhud ise daha safi olmakla beraber, Kur'an'ın yoluna yetişememektedir. Bediüzzaman'a göre, birincisi kainatı nefyetmekle onu idama mahkum etmekte, ikincisi ise bütün mevcudatı görmekle beraber, adeta -esma-i İlahiyeye mazhariyet noktasında- onu, unutkanlık zindanında hapse mahkum etmektedir. Kur'an'ın yolu, kainatı hem idamdan hem hapisten kurtarır. (Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 176)
"Kainat vardır, gerçekliği sabittir", ancak, bu varlık alemi kendi başına ve kendisi için değildir.

Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetce asla sapıtmayacaksınız..

- İmam Malik’e ulaştığına göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şunu söylemiştir: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetce asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitab’ı ve Resûlünün sünneti”.
Muvatta, Kader 3, (2, 899).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder